Mehmet Meral

Huzursuzluğun kaynağı olarak ölüm

Mehmet Meral

Mehmet Meral

lic. phil. Psychologe FSP

Systemischer Therapeut

mehmetmeral@gmx.ch

 

 

İnsanın ömrünü sürdürürken yaşamı boyunca karşılaştığı ve karşı koyamadığı tek gerçekliktir ölüm. Ölüm korkusu ya da ölümün verdiği huzursuzluk bütün bireylerde var olan, psikolojik açıdan diğer korkulardan farklı yaşanılan bir olgudur. Mutlak bir gerçeklik olan ölüm, kişinin narsistik yapısından dolayı duygusal olarak kabul görmez. İnsan kendisine ölümün hatırlatılmasından hoşlanmaz pek.

Bu konuda 2003 yılına ait iyi bir anektod vardır. İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı’nın anakapısının girişinde yazılı olan “Her canlı tadacaktır ölümü” polemiklere sebep olmuştu. Birçok vatandaşın Şişli Belediyesi’ne telefon açarak “o yazının orada olması şart mı?” diye sitem ettiği ve her sabah işe giderken o yazının okunmasının morallerinin bozulmasına sebep olduğu belirtilmişti. Bazıları da o yazının oradan kaldırılması için şikayetlerde bulunmuşlar. Bu sebeplerden dolayı bazı insanlar için ölüm hala korkutucu ve ürpertici yanıyla toplumda devamlılık göstermektedir. Öte yandan “Dünyada ölümden başkası yalandemiş bir ozan.

İnsanlar çalışırlar, maddi olarak bir şeyler kazanırlar, para biriktirirler, evler yaparlar, sahip olma hırsıyla yaşamlarını sürdürür giderler. Ölümün kendisi gelip çattığında tüm bu yapılan ve edilenleri bu ozan koca bir yalan olarak görmüş. Herkes ölümlülüğün ve öleceginin farkındadır ama günlük hayatın akışı içinde insanlar ölümün kendisini yadsırlar ve bastırırlar. Bir bakıma koruyucu bir yanı da var bu tutumun, yoksa bu hayatın tadını başka türlü çıkarabilir mi insan?

Yunus’un deyimiyle; “Ten fanidir can ölmez, gidenler gene gelmez, ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil”. Bu dünyadan bizi fiziksel olarak terk eden sevdiklerimizi bir daha göremeyeceğimizi ama onların ruhlarının devamının olduğunu vurgulayarak biraz olsun teselli gibi gelir sözler. Ancak günlük hayatın akışında insan sevdiği birini kaybettiğinde arıyor ve onun yokluğunu daima derin hissediyor. Ölenler ortadan yok olurlar, bizi terk ederler ve bir daha geri gelmezler. Onları soran olduğunda ya mezarları, ya duvarda kalmış resimleri ya da öteki taraf diye tabir ettiğimiz yerleri gösteririz.

Yapılan psikolojik araştırmalarda ölüm korkusunun insanlarda kendini çok boyutlu olarak gösterdiği ortaya konurken, en çok karşılaşılan boyutlar araştırmalarda şöyle sıralanmış; Ölüm anındaki bilinmezlik, geride yalnız kalma korkusu, geride kalanlar için kaygılanma, ölüm anında çekilecek ızdırap, bedenin toprak altında kalması, yok olma korkusu ile berbaber ölümden sonra cezalandırılma korkusu.

Genellikle seanslarda danışanlarımın bir kısmınında bu sayılan korkunun boyutlarını yaşadıklarını söyleyebilirim.

C. G. JUNG’a göre, ölümden çok korkan insanlar, yaşamaktan da çok korkarlar. Yaşama korkusu olan insanlarda genellikle de kendini tam anlamıyla yaşamaya bağlayamamaları, sosyal ve ruhsal olarak uyumsuz olmaları dikkat çekmektedir.

Ölüm korkusunun insanın hayatında oldukça köklü ruhsal etkileri vardır. Ölüm düşüncesi karşısında bireylerın korkuları ve bu korkuya karşı gösterdikleri dirençler de aynı düzeyde değildir. Bir düşünüre göre en temelinde insanı korkutan şeyin, yaşamın devam ettiği hissi değil, onun bir yerde biteceği kaygısıdır.

İnsanın ölümsüzlük arzusu yüzyıllar boyunca destanlara ve hikayeler konu olmuştur. “Ab-ı Hayat” suyunun peşinden giden nice kahramanlarla doludur bu hikayeler. İnsanoğlu ölümsüzlük arzusu gereği yaşamı boyunca sahip olduğu sosyal çevreden ve maddi imkanlardan ayrılmak istemez. Dolayısıyla hayatın bir yerde biteceği düşüncesi, onu duygusal ve bilişsel olarak huzursuz eder.

Yetişkinleri ölüm meselesinde en çok küçük çocuklar beklenmedik sorularıyla sıkıntıya sokarlar. Çocuklar bu sorularını sorarken genellikle hayatın sürüp gideceğinden şüphe etmezler. Çocuğun öğrenmek ve üstesinden gelmek olduğu şey, ölüm gerçeğinin kendisidir. Özellikle bazı çocuklar bu dünyadaki emniyet/güven duygularını pekiştirmek için sorarlar. En çok arzuladıkları sevdikleriyle beraber kalabilmek ve onlardan hiç ayrılmamaktır. Sekiz yaşındaki bir kız çocuğu babasına ne zaman öleceğini sorduğunda, baba büyük bir ustalıkla onun huzursuz olmaması için ölümün kendisini saçına ve sakalına beyazlar düştükten sonra geleceğini söylemesi yetmemişti. Çünkü büyük babasını çok sevdiğini ve onun ölmesini istemediğini ve çok üzüleceğini söyleyen bu kız çocuğunu, baba nasıl yatıştıracaktı? Son bir hamle yaparak aslında ölümden sonrada hayatın devam ettiğini, yukarıda herkesin yeniden buluşarak bu hayatı sürdüreceklerini söylemesi kızını biraz yatıştırmıştı.

Artan yaşla beraber ölüm korkusunun kendisi de artmaktadır. Sigmund FREUD yaşam enerjisini Libido olarak tanımlarken, bunun karşısındaki olumsuz enerjinin Thanatos (ölüm enerjisi) olduğunu ve insanlarda yirmi yaşlarına kadar yaşam enerjisinin üst düzeyde seyir ettiğini, yirmi yaşından sonra bu enerjinin giderek düştüğünü ve buna paralel yirmi yaşlarından önce çok düşük seviyede seyir eden ölüm enerjisinin yirmi yaşından sonra yükseldiğini belirtmiştir. Yükselen ölüm enerjisiyle beraber insanda huzurluğun artmasının da kaçınılmaz olduğunu söylemiştir.

Bazı durumlarda stres duygusunun artmasıyla beraber yok olma korkusunun arttığını da gözlemleyebiliyoruz. Özellikle bazı hastalarda panik ataklara sebep olan bu yok olma korkusu, korku bazukluklarına sebep olurken, en temel şikayet ölüm korkusudur. Kendisine bir şey olacak korkusunu yaşayan bu insanlar soluğu genellikle hastahanelerin acil hasta kabul bölümünde almaktadırlar. Kimilerinde de genelleştirilmiş korku bozukluklarına sebep olurken, hayatlarında bir şeylerin iyi gitmeyeceğine, sanki kendilerine ya da sevdiklerine kötü bir şeyler olacakmış gibi korkuların başında en temel şikayet ölüm korkusunun verdiği huzursuzluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bazı insanlarda manevi gücü inançlarda arayarak ölümün üstesinden gelmeye çalışmaktadırlar. İnançsal tecrübelerin özel biçimi olan mistik yaşam tarzını benimseyenlerde ölüm korkusunun az ya da hiç olmadığını görüyoruz. Kimileri için ölüm bir “uyanma”, bazıları içinse “kutsal bir buluşma anı” olarak görülmektedir. Tasavvuf açısından ele alındığında, Allah’a kavuşma aşkıyla yanan Derviş’i Hakk’a ulaştıracak yegane andır ölüm.

Ölüm korkusu herkeste olan ve bir biçimiyle herkesin hayatında karşısına çıkan bir gerçekliktir. Bu gerçeklikle duygusal ve bilişsel olarak sıkıntılar yaşıyorsanız bir uzmadan mutlaka destek almanız gerekebilir.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı