Bülent Kaya

Aidiyet: soy mu yoksa birlikte yaşama isteği mi?

Bulent Kaya

Bülent Kaya

Siyaset bilimci ve Araştırmacı

 

 

İsviçre toplumu 3. kuşak göçmen çocuklarının İsviçre vatandaşlığına geçmelerini kolaylaştıran bir projeyi 12 Şubat’ta yapılan halk oylamasıyla kabul etti. İlk bakışta sıradan ve sembolik bir olay gibi görünse de, aslında bu oylama İsviçre demokrasisinin doğası üzerine yapılan bir oylamaydı. Zira bir göç ülkesinde göçmenlerin ve töremelerinin vatandaşlığa geçme koşullarını belirleyen vatandaşlık yasası sıradan hukuki bir prosedür olmaktan öte, bir toplumun kendisini ulus olarak nasıl algıladığı ve tasarladığını, ulusa kimlerin ait olup  olamayacağını belirleyen bir ulus konseptidir de aynı zamanda. 3. kuşağa  kolaylaştırılmış bir prosedürle vatandaşlığına geçme olanağı tanıyan yasanın halk tarafından kabul edilmesi, İsviçre ulus anlayışında bu anlamda ciddi bir yeniliğe işaret etmektedir ve bu açıdan da son derece önemlidir.

Doğduğumuz “toprak” mı yoksa damarımızdaki “kan” mı?

Bir devlet hukuki olarak kimlerin kendi vatandaşı olacağını genellikle ya kan bağı (latince jus sanguinis) ya da toprak bağı (latince jus soli) esasında belirler. Kan bağı, devletin vatandaşı olan birisinden, örneğin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bir anne veya babadan doğmuş olana, anne veya babanın sahip olduğu vatandaşlığı otomatik olarak alma hakkını vermektedir. Vatandaşlığı elde etmenin en yaygın yöntemi budur. Bütün ülkeler bu ilkeyi benimsemektedir. Toprak bağı ise anne veya babanın bu ilkeyi tanıyan bir devletin vatandaşı olup olmadığına bakılmadan,  bu ülkenin sınırları içerisinde doğan herkesin vatandaş olma hakkını ifade eder. Amerika, Kanda, Avusturalya gibi klasik göç ülkeleri ‘kan bağı’nı tanıdıkları gibi ‘toprak bağı’nı da tanımaktadırlar. Örneğin, annesi veya babası Amerikan vatandaşı olmazsa bile, Amerikan Birleşik Devletleri topraklarında doğan her çocuk Amerikan vatandaşıdır.

Avrupa’da, Moldova hariç hiçbir ülkede Toprak bağı koşulsuz olarak uygulanmamaktadır. Malta bu hakkı 1989’da kaldırdı, İrlanda 2004’te sınırlandırdı. Fransa, Büyük Britanya, Hollanda, Almanya, Portekiz, Avusturya ve Danimarka ise belli koşullarda toprak bağını tanımaktadırlar. Almanya’da doğan çocukların otomatik olarak Alman vatandaşlığını elde etme durumu belli durumlarda mevcut; örneğin ebeveynlerinden herhangi birisinin Almanya’da en az 8 yıldır sürekli oturum hakkına sahip bir şekilde yaşadığı durumda…Ne var ki vatandaşlığı bu yöntemle otomatik elde etmek belli bir şarta bağlı: 18-23 yaş arasında ya Alman ya da diğer ülke vatandaşlığı arasında bir tercih yapmanız gerekiyor. Fransa ise 1889 yılından itibaren 2. kuşak için otomatik vatandaşlık hakkını tanımaktadır. Bu hak 18 yaşından sonra bazı koşullar yerine getirildiğinde kullanılabiliyor. Fransa, 1851 yılından itibaren de 3. kuşaktan çocuklar için toprak bağı ilkesini tanımaktadır.

İsviçre’de durum

İsviçre’de 1983-2004 arası, 2. ve 3. kuşağın vatandaşlığa geçmesini kolaylaştırmak isteyen üç proje halk oylamasına sunuldu ve hepsi de reddedildi. 12 şubat 2017 oylamasının olumlu sonuçlanmasıyla artık İsviçre’de göçmen çocukları için (şimdilik 3. kuşak için kolaylaştırılmış bir prosedür çerçevesinde bile olsa) toprak bağı ilkesine yönelen diğer Avrupa ülkeleri korosuna katılarak, kan bağı ilkesini koruyan tek kale olmaktan çıkmış oldu. Bu önemli bir açılımdır ve ilerde ikinci kuşağı da kapsaması muhtemeldir. Ama sağıcısı ve solcusuyla “halkı” ikna etmek pek kolay olmayacak ve epey de zaman alacağı kesin.

Entegrasyon bağlamında vatandaşlık tartışmaları

Göç toplumunda vatandaşlığa geçişi belirleyen yasalar üzerine tartışmalar aslında “kimleri ulusumuza ait edeceğimiz” tartışmasından başka bir şey değildir. Bu, bizlerle aynı aidiyeti paylaşmayanların “nasıl ve ne zaman bizden biri, ulusumuzun bir üyesi” olabilirler üzerine düşünmek ve karar vermektir. Göçmenlerin vatandaşlığa geçmeleri veya alınmaları üzerine yapılan tartışmaları genel biçimiyle iki ana akımda gruplandırabiliriz.

Daha çok muhafazakar çevrelerden oluşan birinci grup, vatandaşlığa geçme hakkını sürekli zorlaştırmak ister. Zira bu grup için yabancı birisinin vatandaşlığa geçmesi, ulusal değerler için bir tehdit olarak algılanır. Farklı değerlere sahip birisinin vatandaşlığa alınmasının ulusal değerleri çeşitlendireceği ve erozyona uğratacağı düşünülür. Bu grup için vatandaşlık, bir “hak etme” olaydır başka bir deyimle bir ödüldür. Vatandaş olmak isteyen şahıs önce entegre olsun; eğitimini yapsın, işini gücünü kursun, ayrıca o ülkenin değer, norm ve kurallarını benimsediğini, bizden farklı olmadığını göstersin işte o zaman vatandaşlığa geçmeyi hak etmiş olur.

İkinci grup ise vatandaşlığa geçme koşullarının kolaylaştırılmasını savunur. Liberal ve kozmopolit anlayışı savunan çevrelerden oluşan bu grup, muhafazakâr ilk grubun argümanlarının tam zıddını ileri sürer: yabancı birisinin vatandaşlığa geçmesi ulusal değerleri çeşitlendirecek bir zenginlik, “arı ırk” ve “homojen ulus” ideali gibi ütopik bir ulus algısının içine kapanıp kalınmamasına yardım eden önemli bir katkıdır. Bu ikinci grup vatandaşlığa geçmenin entegrasyon sürecini hızlandıracağını bu yüzden de vatandaşlığı elde etme koşullarının hafifletilmesinin yerinde olacağını düşünür. Entegrasyon alanında yapılan bilimsel çalışmaların sonuçları bu son argümanı destekler mahiyette.

İki ulus modeli: Kültürel ve siyasi 

Ulus üzerine tartışmalar, özellikle de Avrupa’da, genellikle “Alman ulus anlayışı” veya “Fransız ulus anlayışı” olmak üzere iki ana model üzerinden yürütülür. Referansını Herder ve Fichte gibi düşünürlerden alan Alman modeli ulusu, toprak bütünlüğü, dil, ve Almanca Volkgeist kavramı ile ifade edilen soy-halk ruhu üzerinden tanımlamaktadır. Almanya’da ulus fikri – daha henüz bir Alman devleti olmadığı bir ortamda, yani 1871’lere kadar- kültürel aidiyet etrafında şekillendi. Bu model kültürel ulusçuluk diye de adlandırılır. Böylece, bu verili kültüre ait ve Alman soyundan olan her kes Alman ulusunun bir üyesidir ve Alman devletinin de vatandaşıdır. Bu yüzdendir ki Almanya, Almanya’da doğup büyümüş, Almanca’dan başka bir dil bilmeyen hatta Almanya’dan başka hiç bir ülkede yasamamış göçmen çocuklarına Alman vatandaşlığını tanımakta uzun süre zorlandı. Oysa ki Alman soyundan geldiğini kanıtlayan herkes, Almanya’da hiç yasamamış ve hiç Almanca bilmiyor bile olsa Alman vatandaşlığına hemen kabul ediliyor. Türk Vatandaşlığı Kanunu da “Türk soyu”ndan olma durumunda vatandaşlığa geçişte bazı ayrıcalıklar öngörmektedir.

Soy, dil, din ve kültür gibi öğelerle tanımlanan bu Alman modelinin karsısında, kaynağını 1800’lerde yaşamış Fransız düşünür Ernest Renan’dan alan Fransız modelini buluruz. Meşhur “Ulus nedir?” konferansında bir ulusa ait olma kriterlerinin başında “birlikte yaşama isteği”nin geldiğini belirtir Renan. Yani bir ulusa aidiyet sorununu, o ulusun üyeleri ile birlikte yaşamak isteyip istememeye bağlı bir irade ifadesi olarak görür Renan. Siyaset biliminde “siyasi ulusçuluk” diye adlandırılan bu model, yabancıların ulusa dahil edilmesi konusunda daha kapsayıcı ve esnek bir duruş sergiler. Fransa’da “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” siyasi ilkelerini benimsemiş her göçmen Fransız vatandaşlığına geçebilir ve Fransız ulusunun bir üyesi olabilir.

Hangi model olursa olsun, şu bir gerçek ki, bir toplumda göçmenlerin ve töremelerinin varlıkları aynı zamanda o toplumun ulus referansına, deyim yerindeyse bir ayna tutmaktır. Göçmenlerin vatandaşlığa alınma tartışmaları egemen ulus modellerine kendileriyle yüzleşme fırsatını da verir. Tıpkı Türkiye’de doğan Suriyeli genç kuşakların ilerde yapacakları gibi…

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı