Göç ve ağrı
Dr. med. Yasemin Schreiber-Pekin
Kadın Doǧum Uzmanı, Psikoterapist
„Biz işgücü çağırdık, insanlar geldi.“
Böyle demişti İsviçreli yazar ve düşünür Max Frisch 1965 yılında. O günden bu güne, hiç çağırılmadan gelen insanlar da eklendi bu gelenlere. Ve bu insanlar çoluk çocuk, torun sahibi oldu, bir kısmı göç ettikleri ülkenin yerli halkıyla karışıp rengârenk bir toplum, bu günümüzü şekillendiren aktif yeni nesiller yarattı. Böylece kültürel çifte vatandaşlık içinde yaşayanlar bir yanda iki veya daha çok kültürden paylarını alma avantajında olup, öte yanda da iki arada bir derede kalırlar. Zor durumdur. Göç ettiğiniz yerde yabancılık hissettiğiniz tamamdır da, asıl kendi ülkenize ziyaretleriniz sırasında fark edersiniz ne denli iki arada kaldığınızı.
İsviçre’de yapılan istatistiklere göre, ortalama olarak genç göçmenler, aynı yaş grubu İsviçreli’lerden daha sağlıklılar. Bunun nedeni de, eğer seçeneği varsa, genelde sağlıklı insanların göç etmeyi göze alması. Araştırmalar, göç etmiş olmanın başlı başına bir sağlık riski oluşturmadığını gösteriyor. Kişinin sosyal statüsü, eğitim düzeyi ve maddi durumu daha önemli faktörler. Uzun bir süredir İsviçre’de yaşayan yaşlı göçmenler, İsviçreli yaşıtlarıyla karşılaştırılırsa, sağlık seviyelerinin çok daha düşük olduğu göze çarpıyor. Bedensel veya psikolojik sorunlar nedeniyle daha sık doktora gidiyorlar. Genç ve yeni göç etmiş kişilerdeyse durum tam tersi. Kadınlarda yerli halk ve göçmen halk arasındaki sağlık farkı daha da belirgin.
Göçmenlerin geldikleri ülkede kalış süreleri uzadıkça sağlık durumlarının bozulduğu görülüyor. Çünkü bedeni yıpratıcı ağır işlerde çalışmak, dil yetersizliği ve ayırımcılık gibi bir takım risk faktörlerine maruz kalıyorlar. Bunun yanı sıra, ülkenin ekonomisinde çalkalanmalar veya firma içi yeni düzenlemeler durumunda göçmenler, özellikle eğitim düzenleri düşükse, daha çabuk işlerini kaybediyor ve yeni iş bulma şansları daha düşük oluyor.
İşsiz kalan kişinin eğitim seviyesi ne kadar düşükse, iş pazarına yeniden uyum sağlaması da o kadar zor oluyor. Örneğin inşaat şirketinde duvarcılık yapan bir işçi, bel ağrısı nedeniyle çalışamaz olursa, bu kişinin aynı şirkette büro işi yapması veya başka bir meslek öğrenmesi mümkün olmuyor çok zaman.
Basel Üniversitesi’nin geçen yıl yayımladığı bir araştırmaya göre, günümüzde hâlen aile geçindirme sorumluluğu erkeklerin görevi olarak görülüyor. Her ne kadar değişik toplumlar, sosyal seviyeler veya kişiler arasında düşünce farkı olsa da, kadınlar da erkekler de bu konuda genelde hem fikir. Özellikle düşük kazançlı, geleneksel yaşam görüşlü ailelerde erkeğin işsiz kalması, aşırı bir özgüven kaybına yol açıyor. Maddi yıkım, borçlanma göçmen kökenli ailelerde daha çok görülüyor. Bu aileler ayrıca çoğu zaman dar evlerde, trafik yoğunluğu ve gürültüsünün olduğu ortamlarda yaşıyorlar.
Göçmen aileler hem çalışıp hem aile geçindirmenin yanı sıra bir de entegrasyon, yani içinde yaşadıkları, kendilerine yabancı toplumla bütünleşme, o topluma uyum sağlamakla uğraşırlar. Bunun yanı sıra, uyum sağlamış, ülkenin dilini öğrenmiş genç nesille içinde yaşadığı toplumun kurallarını tam olarak çözemeyen yaşlı nesil arasında çatışmalar da sıklıkla görülür.
İki arada bir derede demiştim ya girişte. Erkeklerin beklentileri yerine getirme çabası bazen kendilerini ve eşlerini hasta edecek boyutlara ulaşabiliyor. Yaz tatili öncesi aşırı stres yaşayan, bunalıma giren insanlarla karşılaşıyoruz her sene. Hassas konulardan biri, iki üç haftalık senelik iznin sırasında her iki ailenin de adil bir şekilde ziyaret edilmesi gerekliliği. Bir diğeri, yurt dışında yaşarken pekala ev işlerinde yardım eden, fakat vatan toprağına adımını atar atmaz bavul taşımama, kadını beklemeden önden yürüme gibi erkeklik gösterilerine giren, hele annesinin evine vardığında tamamen yayılan kocalar, Türkiye’deki ailesine adam olduğunu ispatlamak için borç harc altına giren, çoluk çocuğunun ihtiyaçlarından kısıp kardeşlerine araba almaya kalkan erkekler sıkça rastlanan çatışma konuları.
Araştırmalara göre erkekler daha çok bu konularda kültürler arası çıkmazları yaşarlarken, göçmen kadınlar insan ilişkilerinin kısıtlılığından, yanlarında destekleyici bir aile olmayışından, eve kapanmaktan kaynaklanan yalnızlıktan şikayetçiler.
Ağrı yaşandığı sırada beynin oniki ayrı merkezinde aktivite kaydediliyor. Fonksiyonel MR görüntülenme yoluyla kanıtlandığı gibi, bu merkezler, sadece bedensel acıdan değil, dışlanma ve diğer olumsuz duygular yaşandığında da uyanıyor. Yani beyin bedensel acı ile ruhsal acı arasında ayırım yapmiyor. Ruh ve beden ayırımı, „Düşünüyorum, o halde varım,“ demiş olan Fransız düşünürü Descartes’in usculuk felsefesine dayanır. Günümüzdeki tıpta, bu 500 yıldır inatla savunulan ruh ve beden ayırımının terk edilmesinin zamanı gelmiştir. Yine de hâlâ, psikolojik rahatsızlıklara utanılacak, saklanacak, ikinci sınıf hastalık gözüyle bakılır.
Bedenimizin, içinde bulunduğumuz ruh halinin, ilişkilerimizin, uyku kalitemizin, işimizin, mesleğimizin, yediğimiz, içtiğimiz herşeyin etkisi var ağrı üzerinde. Bedenimizin yanısıra, geldiğimiz ülkenin kültürü, toplum, kendi yaşam felsefemiz de yaşadığımız acıyı etkiliyor.
İnsanların, iç güdüsel olarak bir yerlere ait olma duygusuna ihtiyacı vardır. Gurbet veya vatan hasreti isimli bir hastalık tanımlanmamış günümüze dek tıpta. Ne var ki, beyin bedensel acıyla ruhsal acı ayırımı yapmıyor.