Mehmet Meral

Gerontoloji…Ne olacak bizim yaşlı göçmenler?

Mehmet Meral

Mehmet Meral

lic. phil. Psychologe FSP

Systemischer Therapeut

mehmetmeral@gmx.ch

 

Öncelikle gerontoloji kavramını açarak başlayalım konuya. Yunanca bir kavram olan Gerontoloji, Latince’de “yaşlılık bilimi” olarak ifade edilirken, ana konusu yaşlanma ve yaşlılık hayatını incelemektir.. Bu kavramı ilk olarak 1903 yılında Nobel tıp dalında ödül almış Rus asıllı bilim adamı İlja Metschnikow kullanılırken, birinci dünya savaşından bu yana ABD ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bulunan üniversitelerde okutulmakta ve üzerinde araştırmalar yapılmaktadır.

Avrupa’da gerontolojiye olan ilgi, insan ömrünün uzamasıyla beraber sosyal bir olgu olarak her geçen gün artmaktadır. Günümüzde buna, özellikle de toplumun ciddi bir nüfusunu teşkil eden yaşlı göçmen kökenliler de eklenince mesele daha da ilgi çekici bir hale gelmiştir.

Gerontoloji, genelde sağlık ve sosyal alanlarda hizmet verenlerin yanı sıra ekonomistler ve sosyologların da ciddi bir katılımıyla, son yıllarda oldukça önemli bir araştıma konusu haline gelmiştir. Bu alanda yaşanılan olguları irdeleyecek heyecanlı araştırmacılara yeni ve değişik imkanlar sunan Gerontoloji, yeni bir iş sahası olarak, bünyesinde büyük bir potansiyel barındırmaktadır.

Avrupa’da göç ve göçmen olgusunun geçirdiği evreler

İkinci dünya savaşından sonra yıkılan Almanya’nın ülkeyi yeniden inşa ederken taze iş gücüne ihtiyaç duymasıyla beraber Batı Avrupa’ya yoğun bir göç başlar. O yıllarda, ucuz işgücü olarak Anadolu’dan yol bilmez dil bilmez insanların gelmesine bu ülkenin ‘sahipleri’ hiçbir zaman kalıcı olarak bakmadılar. O yıllarda ünlü İsviçreli Yazar Max Frisch durumu şu cümle ile özetlemişti: “Biz işgücü istedik, ama insanlar geldi.” Evet gelen bu insanların bir hayatları oldukları hiçbir zaman devlet politikası olarak algılanmadı. Ne Alman devleti bunu böyle algıladı ne de göçü veren devlet olarak Türkiye…

Özellikle 70’li yıllarda Türkiyeli göçmen işçilerin ailelerini de yoğun bir şekilde Almanya’ya getirmeleriyle birlikte toplum mühendisleri gerçek manasıyla göç meselesiyle ilgilenmek zorunda kaldılar. 80’li yıllara gelindiğinde ise Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu inkar eden siyasal paradigma iflas etti. Almanya artık göç alan bir ülke olarak kabul görürken, İsviçre, Fransa, Hollanda, Belçika ve Avusturya gibi ülkeler bu tartışmalara daha yeni yeni başlamışlardı.

Almanya “entegrasyon mu?, asimilasyon mu?” gibi meselerle uğraşırken, 90’lı yıllarda İsviçre’de, özellikle mülteciler konusu üzerinden gündemi meşgul eden siyasi bir hava vardı.

1989 yılında Berlin Duvarı’nın çökmesiyle beraber Doğu Avrupa ve Balkanlardan yeni bir göç dalgası İsviçre’ye ulaştı. Daha önceki yıllarda ekonomik karakterli olan göç hareketi, yerini bu yıllarda daha çok siyasi mültecilere bıraktı. Son 15 yılda ise, AB’nin İsviçre ile karşılıklı serbest dolaşım anlaşmaları doğrultusunda, İsviçre’ye daha çok kalifiye/eğitimli AB vatandaşları rağbet etmeye basladı.Bu dönemde İsviçre’deki göçmenlerin nitelikleri daha farklı bir hal aldı.

Göç olgusunun gecirdiği evreleri kısaca özetledikten sonra yaşlılarımızın bugünkü durumunu irdeleyen bölüme geçiyorum.

Birinci nesil göçmenlere yönelik huzur-bakım evleri

Birinci göç dalgasını temsil eden nesil günümüzde artık emeklilik yaşına girmiş ve yaşlanmış insanlar olarak yaşadığımız ülkenin ve toplumun bir gerçekliği olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Özellikle yıllarca Almanya ve İsviçre’de yaşamış, çalışmış ve vergisini ödemiş, bu ülkelerin kalkınmasında büyük rol oynamış çok ciddi rakamlardaki bu birinci nesil artık bakıma muhtaç yaş sınırında gezinmektedir. Bu neslin sosyal hizmetlerden faydalanırken diğer yerli yaşlılardan temel farklılığı, büyük çoğunluğunun burada çalışıp, yaşadıkları bu ülkenin diline hala hakim olmamalarıdır. Bu nesil kültürel olarak da farklılıklarını korumuş olup kendi kültürlerinde bakım hizmetlerinin sunulmasını istemekte ya da beklemektedirler.

2000’li yılların ortalarında ilk defa Berlin’de Türkiyeli yaşlı göçmenlere yönelik bir huzur-bakım evi açıldı. Burada çalışan personelin büyük bir çoğunluğu, gelinen ülkenin dilini ve kültürünü iyi bilen kalife elemanlardan seçildi. Bundan sonraki aşamada talep o kadar büyük oldu ki ardı ardına huzur evleri açılmaya başlandı. Bu huzur evlerinin açılmasına en çok da sosyal hizmetler alanında çalışan Almanlar sevindi. Çünkü günlük iş dünyalarında göçmen kökenli yaşlıların bakımlarında zorlanıyorlardı.

Göçmen kökenli yaşlılara verilen bir diğer hizmet ise, belli başlı sağlık hizmetlerinin evlerinde verilmesidir. Burada da yine bu kültürü ve dili iyi bilen kalifiye elemanlara ihitiyaç duyulmaktaydı. Buna benzer bir durumun İsviçre’de de sağlık çalışanlarının konusu olması kaçınılmaz olacaktı. Özellikle dilini ve kültürünü, değer yargılarını bilmedikleri bu gurupla çalışanlar yıllar sonra onlarla ilk defa bu kadar yakın temasa geçmişlerdi. Bu mesele sadece mağdur olan yaşlılar için değil, bu sektörde çalışan yerli kalifiye elemanlar, sosyal hizmetlerde çalışan yerliler için de bir sıkıntı olarak kendini göstermektedir.

İsviçre’de durum nasıl?

İsviçre’de Gerontoloji bilimi bu meselelerle cılız da olsa henüz yeni yeni ilgilenmektedir. Bu ilginin cılız kalmasında, bu sahada faaliyet gösteren akademisyenlerin çoğunun İsviçrelilerden oluşması bir etken olarak gösterilebilir. Burada ayrıca göçmen topluluklarla temas kurmada köprü vazifesi gören medyatorlara da ihtiyaç duyulmaktadır.

Gerontoloji, spesifik bir konu olarak İsviçre’de yaşayan yaşlı göçmen nüfusundan yola çıkarak çok kültürlüğün getirdiği soruları ele almalı ve bu konuda çok gecikmeden mutlaka çözüm önerileri üretmelidir. İsviçre’de çok kültürlü bir huzur evinin yaratılması ilerisi için kaçınılmaz bir durum olacaktır. Daha şimdiden konunun uzmanları bir araya gelerek buranın dilini ve kültürüne hakim olamamış bu yaşlı insanlara nerelerde zorlanıldığını, nerelerde sıkıntıların yaşanıldığını tespit etmelidirler.

Gitmek mi zor kalmak mı?

Değişen koşullarda, göçmenlerin çocukları ve torunları da ister istemez geldikleri ülkenin bir ürünü olarak, buradaki hayatı sürdüren yerli İsviçrelilere ayak uydururak onlardan daha farklı davranmamaktadırlar. Kendi anne ve babasına bakan evlatlar imgesi artık moderniteyle beraber geçmişte kalmış nostaljik bir olgudur. Hatta bugün Anadolu’da bile anne ve babalarına bakmayan evlatlar var. Komşularının eline düşmüş, komşu dayanışmasıyla bakımı yapılan yaşlılar o kadar çok ki, mesele kültürel izahtan öte, daha çok üretim ilişkilerinin değişmesiyle ilgilidir.

Yani ekonomiktir.

Birinci nesili temsil eden birçok göçmen bu ülkede uzun yıllar kalacağını hesap etmezken, emekli olduğunda ülkesine geri döneceğini hayal etti.

Ancak yaşlılıkla beraber geri dönüş kararının hiç de öyle kolay olmadığı tecrübe edinildi. Mesele ‘benim ülkem’, ‘benim köyüm’ olmaktan öte, birçok göçmen için dağılmış aile bireylerinin trajik hikayesine dönüşmüş durumdadır. Emekliliğini edinmiş birçok yaşlı ülkesine ve köyüne gitse bile, aklı ve gönlünün bir kısmı gurbette bıraktığı çocuklarında ve torunlarında kalıyor.

Sorun bitmeyen bir gidiş-geliş hikayesine dönüşmüş durumda.

Bazı emekli yaşlılar oturumlarının ölmemesi için altı ayda bir giriş- çıkış yaparak buradaki sevdikleriyle olan bağlarının kopmaması için çaba sarf ederken, bazıları da artık köyünde eski ilişkilerini bulamadığı için tekrar gurbete, çocuklarının bulunduğu yere gelerek ömrünün geri kalan kısmını çocukları ve torunlarıyla geçirmek istemektedir. İsviçre’de bunun ilk belirtileri belli başlı kentlerde oluşturulan müslüman mezarlıklarıyla kendisini göstermektedir. Bu insanlar artık defnedildikleri yerin doğdukları ülke değil, geldikleri, çocuklarının ve torunlarının yaşadıkları ülke olmasını istiyorlar.

Bundan yıllar önce, Zürich Üniversitesi’nde bitirme lisans tezimi göçmenlerin kesin dönüş kararlarını etkileyen faktörler üzerine yazmıştım. Bu araştırmamda göçmenlerin kesin dönüş kararlarının zihinlerinde yaşattıkları bir olgu olduğunu, ancak bunun bir arzu olarak kaldığını, pratikte hem duygusal, hem yapısal hem de ekonomik engellerin olduğunu açığa çıkarmıştım.

Birçok göçmen, yaşlandıkça sağlık sorunlarının arttığından, bakım hizmetleri yoğunluğunun yaşlılıkta önemli olduğundan, her şeyden önce de, burada bulunan çocuklarından ve torunlarında uzakta kalmak istemediklerinden bahsediyordu.

İnsanoğlunun yaşlanan filler gibi olduğunu düşünüyordum. Filler yaşlanınca kendi soylarının bulunduğu mezarlığa giderek orada ölümü beklerler. Doğdukları toprakların, burada yaşlanan bu insanları kendisine çektiğine inanırdım. Ancak modernleşen bu hayatın ve değişen üretim ilişkilerinin, insanlarda var olan tüm içgüdüsel duyguları alt üst ettiğini görüyorum. Köylerde insanlar eskisi gibi İMC usülü yaşamıyor artık. Oralarda da herkes “kendi bacağında asılmış koyun” gibi hareket ediyor. Kimse ekmeğini artık kendisi pişirmiyor, herkes kasabadan sipariş veriyor. Ortak yanan ocaklar olmayınca ortak pişirilen ekmekler de olmuyor. Ocaktan yayılan odun ve pişmiş ekmek kokusu artık tek tük evlerden geliyor. Kısacası köylüler bile meseleye nostaljik kalmışlar. Hayatı bu kadar farklılaştıran üretim ilişkileri, burada yaşlanmış göçmenleri peşinde koştukları özlemlerinden ve hayallerinden uzaklaştırmış durumda artık.

Son söz

Yaşlılık meselesi İsviçre’de yeni boyutlarıyla ele alınıp herkesi kapsayan ve kucaklayan bir proje olarak düşünülmelidir. Sivil toplum örgütleri bu meseleye emek ve para kaynağı yaratarak yaşanabilecek sıkıntıların giderilmesine öncü bir rol üstlenmelidirler.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı