Füsun Demirel: Dostluk ve dayanışmanın, insani değerlerinin ön planda olduğu diziler yok artık.
Geçtiğimiz günlerde Füsun Demirel’in, Dario Fo ve Franca Rame’nin ‘Seks? Eh, Hayır Demem!’ isimli kitabından çevirip sahneye uyarladığı ‘Aşk Dersleri’ isimli tiyatro oyunu, Winterthur Alevi Kültür Merkezi’nde seyircisiyle buluşmuştu.
WAKM yönetimi tarafından organize edilen ve yaklaşık 2 saat süren oyunda, aşk ve cinsellik ironik bir üslupta anlatılırken, Füsun Demirel kendi çocukluk ve ergenlik anılarından yola çıkarak seyircisi ile kişisel tecrübelerini paylaştı. Oyunda Füsun Demirel‘e Mert Küçülmez ile Serpil Özcan da eşlik etti.
Füsun Demirel ile daha sonra, Aşk Dersleri oyunu ve çalışmaları hakkında bir söyleşi yaptık;
Şu sıra Dario Fo ve eşi Franca Rame’nin kaleme aldığı bir oyun sahneliyorsunuz. Oyunun çevirisini de siz yaptınız. Dario Fo ise hocanızdı. Onunla tanışmanız nasıl oldu?
İlk kez Franca Rame’nin bir gösterimine gittiğimde oyun sonrası kulis ziyareti yaptım. Böylece tanıştık. Daha sonra oyunlarını çevirdim. Her yıl ziyaretler başladı. Workshop çalışmaları yaptık. Dostluğumuz giderek güçlendi. Ben seri şekilde Dario Fo oyunlarını Türkçe’ye kazandırmaya çalışıyordum. Bize onları yasal olarak temsil etmemizi teklif ettiklerinde yıl 1994 idi. Daha sonra hukuken kendilerinin Türkiye temsilcisi olduk. Minik bir yayınevi kurup sadece Dario Fo eserlerini bastık.
Dario Fo sizin için ne ifade ediyor? Sanatsal ve kişisel olarak üzerinizde etkileri oldu mu?
Ne ifade etmiyor ki? Dario ve Franca tüm sanatsal ve siyasal yaşam mücadelelerinde her türlü engele, baskıya, tehdite, şiddete boyun eğmeden, gerekirse fabrika kapılarında, üniversitelerin bahçelerinde ya da amfilerinde, herhangi bir alanda seyircilerle buluşup oyunlarını oynadılar. Hem sanat yolculuğumdaki seçimlerimi hem de onurlu bir sanatçı duruşunu, önce Vasıf Öngören’den sonra da Dario Fo’dan edindim. Üzerimde emekleri sonsuzdur. 35 sene içinde ben de onlara bir şeyler kattım elbette. Türkiye’yi, demokrasi ve insan hakları mücadelemizi, düşünce özgürlüğü tutsaklığını dahil herşeyi anlattık. Sivas’taki Madımak yangınını duymamışlardı mesela. Olayın olduğu gün yanındaydım, olayı anlattım ona. O gece sahnede Madımak’ı anlatıp bin kişiyi yananlar anısına saygı duruşuna davet etti. 1997 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken Madımak yangınından söz etti uzunca. Birlikte harikaydık yani. Şimdi ise kanatları kırık kuş gibiyim bu dünyada.
1984 yılında sinema ile tanıştınız. Bugüne kadar da 60 film ile 20 diziye imza atıp 12 ulusal ödül kazandınız. Bir dönem hem medyanın hem de sektörün linçine maruz kaldınız. Bu derece başarılı bir oyuncuyu linç etmek bu kadar kolay mı gerçekten?
Memleket yangın yeri. Sanatın, gerçek sanatçının değeri de kalmadı pek. Birileri düğmeye basınca, herkes için sorgusuz sualsiz yargısız infazlar yapılıyor.
Peki bu linç dönemini atlatabildiniz mi? Çalışmalarınız normale döndü mü?
Psikolojik olarak büyük kısmını atlattım diyebilirim. Yine de ekranı özlüyorum. Arada tek bölümlük tv filmleri ile buluşmalar olacak. Yeni bir filme daha başlıyorum.
Politik ve toplumsal boyutu ile karmaşık, baskıcı ve çatışmalı bir dönemden geçiyor Türkiye. Bundan sanatçılar, yazarlar, gazeteciler ve aydınlar da ciddi anlamda etkilendiler. Türkiye’deki sanatçılar ve aydınlar bu dönemde nasıl bir duruş sergilemeliler sizce?
Onurlu, dik durarak ve üreterek tabi, başka yolu var mı?
Çalışmalarınızı rahatça yürütebiliyor musunuz?
Şimdiye kadar vahim bir durum olmadı. Rahat denilebilir. İnsanlarımız, hele de kadınlarımız bizi yalnız bırakmadılar.
Türkiye’deki sinema ve dizi sektörden bahsedebilir misiniz? Sıkıntılar neler?
Bağımsız filmler her zamanki gibi salon bulmakta zorlanıyor. Gişe filmleri baş köşelerde…Gerçekten iyi filmler çekiliyor mu? 30 sene sonra hatırlanan eski filmlerimiz gibi mesela. Sinemaya mihenk taşı olacak filmler çekiliyor mu? Bu kimin umurunda acaba? Dizi sektörü ise vahşi… Herşey reklam verene endeksli, herşey devletin kontrolünde. Dizi yaratıcılarının özgürlükleri olduğunu düşünmüyorum. Klişeler var sadece. Onlar üzerinden iş yapılıyor daha çok. Şiddet, kin, öfke, aldatma, ihanet, göz oyma, kadına yönelik aşağılayıcı bakış açısı başrolde. Bizim naif insan ilişkilerine dayalı mahalle dizileri vardı mesela. Dostluk ve dayanışmanın, insani değerlerin ön planda olduğu diziler, sevginin anlamlı olduğu diziler yok artık. Ben şu an pek dizi izlemiyorum zaten, tahammülüm yok çünkü.
Oynadığınız ‘Aşk Dersleri’ insanların birbirini anlaması ve sevmesi üzerine kurulu bir oyun. Sizce oyununuz izleyicileriniz üzerinde ne kadar etkili oluyor?
Aşk Dersleri 25 bin üzerinde seyirci ile buluştu. Olumsuz bir geri dönüş olmadı. Herkes çok etkilendi, sevdi, eğlendi ve yaşamlarında kendilerini, ilişkisini de sorgular oldu sonrasında. Bu zaten çok değerli. Almanya ‘nın bir şehrinde bizi izleyen kadınlar hemen örgütlenip kendi şehirlerine de oyunu taşıdılar. Kadınlar, erkek egemen dünyalar içinde öylesi sıkışıp kalmışlar ki, oyunla rahat bir nefes almaya başladılar. Bu oyun gerçekten kadınların sesi oldu.
İsviçre’ye daha önce birçok kez geldiniz. Oyunlarınıza ilgi nasıl burada?
Gayet iyi. İsviçre oyunları da Almanya ve Hollanda oyunları gibi büyük bir ilgi gördü.
Son olarak İsviçre’ye dair gözlemlerinizden bahsedin bize. Neleri sevdiniz, neleri sevmediniz mesela. “Keşke şu İsviçre’de yaşasaydım“ dediniz mi hiç?
Hayır, hayır… Avrupa’da yaşamak gerekirse Almanya, İtalya olabilir ama İsviçre’deki sükunet, düzen, kurallar, sessizlik beni bunalıma sokuyor. Harika bir ülke İsviçre. Refah toplumu. Herşey yerli yerinde. Winterthur’daki çocuk bilim müzesine (Technorama) bayıldık mesela. Evet buralarda büyüyen çocuklar şanslı. İnsan hakları, çocuk hakları, yurttaşlık hakları şahane ama İsviçre gibi bir ülkede çocuk istismarları da yok mu? Ensest yaşanmıyor mu? Toplumun bunlara tepkilerinin nasıl olduğunu merak ediyorum ben. Yasalar güçlü ve suçlu cezasını zaten çekiyor ama “tepkiye gerek yok“ mu deniyor acaba? Biz o kadar alışkınız ki her şeye tepki vermeye…Sessiz toplumlardan daha çok ürküyorum aslında.
Son olarak, bizi ilgiyle izleyen herkese sonsuz teşekkür ediyorum buradan.