Özgür Tamcan

Şeytanla özdeşleşmek ya da Stockholm Sendromu

Özgür Tamcan

Dr.Phil. Özgür Tamcan

Fachpsychologe für Psychotherapie FSP

otamcan@gmail.com

 

 

 

23 Ağustos 1973. Henüz birkaç hafta öncesinde cezaevinden serbest bırakılan 32 yaşındaki Jan-Erik Olssonelinde makineli tüfekle Stockholm şehrindeki Kreditbank`tan içeri girerken, “parti başlıyor beyler” diye bağırıp havaya ateş açar. Olayı engellemek için içeri giren iki polisten birini yaralayan Olsson 50`nin üzerinde rehineyi serbest bırakırken, üçü kadın biri erkek dört banka çalışanını rehin alır. Bankanın etrafını saran polislerden ilk isteği kendisi gibi daha önce birçok adli vakadan kaydı bulunan ve cezaevinde bulunan 26 yaşındaki arkadaşı Clark Olofsson`u bankaya getirmeleri ve kendilerini binadan en kısa sürede çıkartacak bir araç ayarlamalarıdır. Polis Olsson`un ilk isteğini yerine getirir. Artık iki kişidirler. Ve onlar psikoloji diline Stockholm sendromu olarak geçecek vakanın da “kahramanlarıdır”.

Tüm dünya tam 6 gün boyunca bu trajediye şahitlik edecektir. Korkulu bir bekleyişin ardından polis rehineleri soyguncuların elinden kurtarmayı, Olsson ve Olofsson’u da sağ olarak ele geçirmeyi başarır.

Olayın dört mağduru kurtulduktan sonra, 6 gün boyunca kendileri ile aynı kaderi paylaşan Olsson ve Olofsson`a karşı büyük sempati duyarlar. Öyle ki, olaydan sonra onları ziyarete giderler ve mahkeme sürecinde cezaların indirilmesi için büyük çaba harcarlar. Hatta olayın üçüncü gününde o zamanın başbakanı Olof Palme ve rehine kadınlardan birisi arasındaki geçen konuşmada kadın Palme`ye faillere kötü davranıldığı için ona suçlamalarda bulunur ve onları derhal serbest bırakmasını ister. Aynı kadın olay sonrasında hastanede görüştüğü psikoloğa faillerden Olofsson`a aşık olduğunu itiraf eder.

Rehin alınan bu dört kişinin yaşadıkları büyük dramdan sonra, olayın faillerine göstermiş oldukları bu sempatinin içindeki anormalliğe Stockholm sendromu adı verilir.  Başka bir adıyla “katiline aşık olmak“.

Stockholm Sendromu

Özdeşleşmek

Savunma mekanizmaları bireyin ruhsal dünyasını tehdit eden, içsel çatışmalarını tetikleyen, yani insanın kendini tehlikede hissettiği durumlardan uzaklaşmak için bilinçsizce (ya da bilinçaltında) geliştirdiği psikolojik stratejilerdir. Birey bu durumlarda sosyal kabul görmek ya da psikolojik bütünlüğünü korumak için gerçekleri çarpıtır ya da yadsır.

Modern psikoterapinin kurucusu Sigmund Freud`un kızı Anna Freud`un üzerinde durduğu konuların başında savunma mekanizmaları gelir (Ego ve Savunma Mekanizmaları). Stockholm’de yaşanan bu olayın daha yıllar öncesinde Anna Freud, Stockholm sendromunu da anlamamıza yardımcı olacak mağdurun fail ile olan özdeşleşmesini konu etmiştir.

Genel anlamda özdeşleşme başka birinin özelliklerini üzerine alma, ona benzeme olarak anlaşılabilir. Özellikle de gelişim psikolojisinde çocuğun ebeveynleri özdeşleşmesi; örneğin cinsiyet rollerinin özelliklerini üzerlerine almaları ya da ilerleyen yaşlarda spor, sanat, politika dünyasının başarılı insanlarını onlara benzemek için kendilerinin idolü olarak görmeleri tanınan bir durumdur.

Kişilik oluşumunun kaçınılmaz ve doğal parçası olan bu süreçte birey «dışındakini» «içsel» yani «kendisi» yapar. İdolü gibi giyinmek, onun gibi konuşmak ya da anne-babanın mesleğine yönelmek gibi.

Arkasında sosyal ve mahremi kabul güdüsünün olduğu, kişiye kolaylaştırıcılık ve başarıya gidicilik yollarını gösterme özelliği ile yönlendirme/anlama (oryantasyon) işlevi gören bu süreçte birey, «dışarda» olanı «içine» almaya yani içselleştirmeye başlar. Bu süreç yaratıcı ve sağlıklı bir süreçtir.

Peki mağdurun onu yok eden olan faile benzemesini ya da onu içselleştirmesini nasıl açıklayabiliriz?

Güç ve Kurban

Mutlak güç ve mutlak çaresizlik arasında gelişen bağ sadece fail ile kurbanın arasındaki değil, aynı zamanda tüm bağların en kudretlisidir. Psikoterapi süreçlerinde değişimi en zor olan iç inanışlar ve saplantı halindeki kişilik özellikleri bu tür ilişkiler sonucunda gelişen, bireyin iç dünyasına derinden oturmuş psikolojik yapılardır. Bu tür durumlarda mutlak güce sahip bir birey ve onun karşısında tamamen çaresiz ve bunun sonucunda teslimiyet yaşayan başka bir birey vardır: bu fail ve mağdur ilişkisidir.

Psikoanalatik kuram, ruhsal yapıyı aşırı tehdit eden durumlarda bireyin kendini korumasını bu fail ve mağdur ilişkisi ile açıklar. Bu kuruma göre mağdur, identifikasyon olarak adlandırılan süreçte, çaresizlik durumundan kurtulmanın yolu olarak, fail ile özdeşleşmeyi seçer. Bu durum uzun süreçlerde ve insani nedenli ağır travmatik olaylarda gözlenir. Yani mağdur ile fail arasındaki mutlak güç-çaresizlik bağı uzun dönem devam etmelidir.

Failin kişilik özelliklerini, dünyaya bakışını içselleştiren mağdur, yaşadığı durumu failin penceresinden bakarak kendisi için katlanır hale getirir. Böylelikle çaresizlikten kurtulur ve tekrar çalışır-işler hale gelir. Bu anlamı ile birçok şiddet kurbanı insanın, ilerleyen yıllarında ya da ilerleyen yaşlarda kurban olmaktan çıkıp fail olmaları şaşırtıcı gelmemelidir.

Stockholm Sendromu

Çocukluk travmaları, ebeveyne özdeşleşme

Stockholm sendromunun en açık görebileceğimiz yer aslında çocuk dünyasıdır. Çocuk ve ebeveyn arasındaki bağ tamamen mutlak güç (ebeveyn)-çaresizlik (çocuk) ilişkisidir. Uzun dönem sürecek şiddet, duygusal ve cinsel istismara maruz kalan çocuk kendisinin tek koruyucu ve kollayıcısı olan ebeveynini doğası gereği sorgulayamaz, ondan kopamaz (Loyalitätskonflikt). Yaşadığı ağır travmatik durumları açıklamasının tek yolu, kendi üzerinde erk sahibi olan kişilerle, yani anne-babaları özdeşleşmesiyle mümkündür. Çocuğa göre suçlu olan ebeveyn değildir, kendisidir ve tüm cezaları da hak etmiştir.

Anna Freud çocuklar üzerinde ilginç bir gözlemde bulunur; diş doktoruna görünmesi gereken ve büyük korku yaşayan çocuklar, geliştirdikleri oyunlara şiddet sahnelerini katarlar. Oyunlarını yıkma, yok etme ve acı verme üzerine kurarlar. Ama beklenenin tersine acı çeken, mağdur olan kendileri değildir oyunda. Tam tersi, faili oynarlar. Şiddeti kendileri uygular, yani şeytanlaşan kendileridir.

Şiddetin dışa yönelimi her zaman için mümkün değildir. Bunun mümkün olmadığı durumlarda şiddet bireyin kendisine yönelir. Hangi yaşta olursa olsun intihar eğilimi, şiddetin dışa vurumunun mümkün olmadığı durumlarda, onun içe-kendisine yöneliminden başka bir şey değildir.

İçimizdeki şeytan

İnsan ruhu iyi ve kötü diye ikiye ayrılmaz; insan kötülüğü de iyiliği de içinde taşır. Stockholm sendromu biraz abartılı bir hikâye olsa da, psikolojik ya da bedensel şiddet kurbanı her insanın benzer özdeşleşme süreci yaşamış olması kaçınılmazdır. Bu insanların kendilerini bazen kurban olarak görme eğilimleri, iç dünyalarındaki kötüyü görmeyi engellemeye de neden olabiliyor. Oysa düşmanlaştırılan her şeyin, iç dünyamızda ona ait bir resmi vardır. Ve o resim, onu şeytan ya da kötü diye başka şekilde yansıtsak da bize aittir. Bu yüzden, bir gün o kötülük bizi bulmadan, bizim onunla yüzleşmemiz Stockholm sendromlarından kurtulmanın da yolu olacaktır.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı