Ayhan Demirden

Ayın filmleri: Paramparça – Büyük Hastalık

Ayhan Demirden-www.haberpodium.ch

Ayhan Demirden

Sinema Eleştirmeni

a.demirden@gmx.de

 

 

 

 

Paramparça- Aus dem Nichts

Türk asıllı Alman yönetmen Fatih Akın’ın son Filmi Aus dem Nichts- Paramparça Ağustos ayında 2018 Oscar ödülleri için Almanya’nın adayı olarak belirlendi. Daha önce Cannes’da büyük ödül için yarışan film, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü (Diane Kruger) almıştı. Eleştirmenler tarafından da Fatih Akın’ın geri dönüşü olarak yorumlandı.

Katja Şekerci (Diane Kruger) hapishanede evlendiği eşi Nuri (Numan Acar) ve oğlu Rocco (Rafael Santana) ile Hamburg’da yaşamaktadır. Oğlunu kocasına bırakıp hamile arkadaşı ile hamam sefasından mutlu dönen Katja, eşinin bürosunun önündeki kalabalığı görür, çivilerle etki gücü arttırılmış bir bombanın patlaması sonucunda eşini ve oğlunu kaybettiğini büyük bir acıyla öğrenir. Acının bütün iliklerine işlediği bu anda, bir yandan soruşturmayı yürüten komiserin utanmaz sorularına cevap verirken, diğer yandan da annesinin hala kabul edemediği Türk damadını suçlamasını çekmek zorundadır. Artık hayatın onun için hiçbir anlamının kalmadığına hükmedip kendini öldürmek için girdiği küvetten, olayın faillerinin yakalandığını bildiren komiserin mesajı ile dışarı fırlar. Şimdi yaşamak için bir nedeni vardır. Suçluların hak ettikleri cezaya çarptırılmalarını sağlamak.

Fatih Akın’ın NSU adlı Nazi Organizasyonu’nun Almanya’da gerçekleştirdiği cinayetlerine yaslanarak oluşturduğu öykü sadece kurbanların perspektifinden anlatılıyor. Biliyorsunuz NSU’nun kurbanları sadece yakınlarını kaybetmekle acılara gark edilmemiş, bunun yanında kurbanlara ve yakınlarına adeta suçlu muamelesi yapılarak anlamsız sorgulara muhatap edilmişlerdi. Yıllarca faillerin Naziler olabileceği söz konusu bile edilmemişti. Fatih Akın işte bu insanların kızgınlığını ve çaresizliğini dile getirmeye çalışıyor.

“Kesik” adlı filminden bu yana yalpalayan yönetmen, bu filmi ile, tanıdığı-bildiği mecralara dönüş yapıyor ama baştaki tazeliği dinamikliği ve sinemasal yoğunluğu yakalaması mümkün olamıyor. Bunun bence belli nedenleri var. Daha önce iki filminde de beraber çalıştığı Hark Bohm bu nedenlerden biri. Belki büyük hatalara düştükten sonra kurtarıcı olarak ortaya çıkan Bohm, Fatih’in filmlerine bir okullu olma hali, belli bir statiklik getiriyor. Senaryolar sözde belli bir forma kavuşturulurken içlerindeki canlı ne varsa da sanırım dışarıya atılıyor. Fatih’i diğer Alman yönetmenlerinden ayıran en büyük özellik, yeni sahneleme biçimlerini denerken neredeyse B Movie’lerdeki salaşlığın gerçeklik duygusuna yaptığı çarpan etkidir. Bunu ortadan kaldırdığınızda belki sözde bir zerafet yakalıyorsunuz ama yitirdiğiniz kanlı canlı bir sunum oluyor.

Şöyle anlatmaya çalışayım; Diane Kruger büyük bir güçle, ustalıkla oynuyor filmde. Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülü de aldı bu rolüyle. Ancak bu film için hala steril kalıyor. Dövmeleri ile aşkı ile Cartier’in reklamlarında oynayan modellerin kaykay ile spor yapmasını andırıyor. Evet, yüzey mükemmel görünürken derinin altında mavi kanların aktığını hissediyoruz. Yüzeyi yırtmayı maalesef başarması mümkün olmuyor.

Üç bölümde anlatılan film ilk bölümü neredeyse Tatort dizisi gibi başlıyor. Neyse ki Diane Kruger buradaki sahneleri kurtaracak kadar iyi oynuyor. Sonra bitmek bilmeyen yağmurun altında Katja’nın içimizi burkan acısına tanık oluyoruz. Bu bölüm filmin en iyi bölümü zaten. Fatih bildiği topraklarda, hem Katja’nın annesinde hem de komiserde çok kısa soluk kesen sahnelerle durumun trajikliğini bize geçiriyor.

İkinci bölüm mahkeme… Maalesef filmin en zayıf bölümü ama patoloğun ifadesini verirken Katja’nın gösterildiği sahnede Diane Kruger’in mükemmel oyunculuğu unutulacak gibi değil. Son bölüm ise Deniz başlığı ile açılıyor. Adaleti kendi sağlama, öç alma temasının işlendiği bu bölüm kızgın yüreklere su serpse de ahlaki olarak çok tartışmalı bir yol açıyor. Evet, bütün bunlara rağmen Fatih Akın tekrar kendi bildiği sulara yavaşça dönüyor. Bu da bize umutlanmak için yetiyor.

 

The Big Sick – Büyük Hastalık

www.haberpodium.ch

Bu soğuk havalarda sıcacık bir filmle içinizi ısıtmak istiyorsanız, size önerebileceğim bir film var. Bağımsız Amerikan sinemasının az başarılı olduğu bir alanda -Romcom-Romantik komedi – uzun zamandır Silicon Valley de tanınan Pakistan kökenli stand up sanatçısı Kumail’in (Kumail Nanjiani) gerçek hayatta eşiyle tanışmasını konu alan bu film, bir anda bütün dikkatleri üzerine topladı.

Kumail henüz komedyenlik kariyerinin ilk basamaklarını tırmanırken ve yaptığı esprilerin ne kadar seyirciye geçip geçmediğini tartarken, küçük bir klüpteki gösterisinde esprilerini beğenen, alkışlar arasında araya girip fikrini ifade eden Emily (Zoe Kazan, evet Elia Kazan’ın torunu) ile gösterim sonrası tanışır, tartışır. Sivri dilli, akıllı üniversite öğrencisi Emily ile yatakta biten bir gecenin sonunda ikisi de şu anda kalıcı bir ilişkiye hazır olmadıklarını ifade ederler. Psikoterapist olmaya hazırlanan Emily’nin bitirme sınavları vardır. Kumail ise geleneksel ailesinin ona uygun bulduğu Müslüman bir kız ile hayatını birleştirme baskısı altındadır. Tabii ki bütün aşıklar gibi sözlerini tutamazlar.

Emily’nin, Kumail’e önerilen gelin adaylarının fotoğraflarını keşfetmesinden sonra ilişkiyi sonlandırması, ertesinde nadir bir hastalıkla komaya girmesi Kumail’in hayatın ciddiyetini bir anda kavramasına yol açar. Evet bu kültürel çatışma ortamında doğru yolu bulmak hiç de kolay değildir ama en azından hislerimizde dürüst olabilirsek sorunların üstesinden gelme olanağı da vardır.

Michael Showalter’ın rejisini üstlendiği bu filmde, özellikle Emily’nin annesi Betty rolünü üstlenen Holly Hunter çok parlak bir oyunculuk sergiliyor. Belki çok güzel değil ama çok sempatik ve candan görünen Zoe Kazan kalplerimizi fethediyor.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı