Mehmet Meral

Savaştan kaçıp Avrupa’ya gelen mülteciler üzerine – 1

Mehmet Meral

Mehmet Meral

lic. phil. Psychologe FSP

Systemischer Therapeut

mehmetmeral@gmx.ch

 

Ortadoğu’daki savaştan kaçan mültecilerin sınır kapılarında bekletilerek içeri alınmaması, bir mültecinin kucağındaki oğluyla polis barikatını geçmeye çalışırken macar kamerman kadının çelmesiyle yere yuvarlanması, Kürt bir ailenin Bordrum kıyılarına vurmuş bebeğinin cesedi…

Bunlar 2015 yılının Batı Avrupa’sında zihinlere kazınan en kalıcı resimlerden birkaçı sadece. Bunların hiçbiri kolay unutulacak şeyler değil. Tahminlerime göre, mülteciler açısından bu yıl ve gelecek yıllar geçen yıllara göre daha da zor geçecek.

Her şeyden önce hiçbir insan doğduğu toprakları, büyüdüğü ülkeyi öyle çok severek ve isteyerek terk etmez. Çoğunlukla insanları ya ekonomik sebepler ya savaşlar ya da politik olaylar göç etmeye zorlamıştır. Özellikle de etnik soykırım, savaş ve siyasi görüşlerinden dolayı insanların anayurtlarını terk etmeye zorlanmaları, bu insanlara hayatlarının en acımasız duygusu olan yurtsuzluğun yaşatılması, onları ve onlardan sonraki gelen nesilleri de daimi bir travmaya sokmuştur.

Irkçılığın, totaliter faşist rejimlerinin dayandığı bir fikir ve yakın çağımızın en büyük yalanlarından biri olduğu alenen belliyken, bunu sadece popülist sokak ideolojisi olarak benimseyen Nazi rejimi, aynı zamanda iktidar şemsiyesi altında etrafına topladığı sözde bilim adamlarıyla ‘bilimsel’ gerekliliğini ya da geçerliliğini ispatlama çabalarına girişmişlerdir. Bu totaliter faşist zihniyet, her yerde tüm bir ırkı ölüme göndermeyi ‘hak’ ilan edip, buna ideolojik olarak bir kılıf da hazırlayabiliyor.

Özellikle Ortadoğu coğrafyası sanki lanetlenmiş topraklar gibi totaliter rejimlerin mağduru olmuş insanları ötekileştirme anlayışı üzerinden topraklarından etmekte ve insanları mülteci hayatına iterek giderek açılan yaraların derinleşmesine sebep olmaktadır.

Birçok insan özellikle Ege denizinin sularında yirmi kişilik botlara elli-altmış kişi binerek kendi ölümlerine sebep olan mültecileri anlamakta zorlanmaktadırlar. Hatta böyle öleceklerine, kendi ülkelerinde inandıkları dava uğruna çarpışarak ölmelerinin daha anlamalı ve manevi bir değeri olacağına yönelik cümleler kurmaktan kendilerini alamayanlara bile tanık olmaktayım.

Kanımca Ege denizinde ölen bu insanların inandıkları bir dava da kalmamış. Bundan dolayı da batı ülkelerine gelerek kendi can güvenliklerini sağlamak istiyorlar. Birçokları haklı olarak Türkiye’de ya da Ürdün’de kalmak istemiyor. Çünkü oralarda onlara sunulan insani bir perspektif yok pek. Keşke olsaydı…

Batıda yaşayan bizler açısından gelen bu mülteci göçü dalgasının birçok siyasi, kültürel ve sosyal anlamı var. Ben sağlık sahasında çalışan biri olarak öncelikle yaşanılanların sosyal ve ruhsal boyutlarına değinerek meseleyi sınırlamak istiyorum. Özellikle savaştan kaçıp buraya gelen bu insanların önemli bir kısmı derin travmaları da beraberlerinde getiriyor.Kendi gözleri önünde öldürülmüş yakınlarından tutun da, yaşadıkları evlerinin, mahallelerinin ve kentlerinin bir enkaza dönüşerek yok olmasına tanık olanlara kadar, bu yaşanılanlar kişilerin ruhlarında derin örselenmelere sebep olacaktır. Maddi durumu iyi olanlar malını mülkünü satarak daha rahat bir şekilde batı ülkelerine gelirken, yokluktan çıkmışların hikayeleri daha hazin. Geldikleri yol boyunca savaşın travmasına bir de yaşadıkları eziyetler eklenmektedir ki, bu durum meseleyi daha da karmaşık hale getirmektedir. Sadece İstanbul Aksaray’da, Avrupa’ya gelebilmek için şebekelere yol parası tedarik etme uğruna bedenlerini satan ergen çocuklardan bahsetmek yeterlidir sanırım. Yani sadece savaşın değil, yolda yaşadıklarının da ayrı bir travması var.

Yetişmiş uzman desteği

Sağlık sektöründe, özellikle de psikiyatride şimdiye kadar görülmemiş miktarda travmalı hastalarla çalışmaya yönelik bir ön hazırlık mutlaka yapılmalıdır. Bu sahada bu insanların kültüründe yetişmiş ve bu insanları iyi tanıyan, onlara hangi ritüellerin iyi gelebileceğini bilen elemanlara ihtiyaç doğacaktır.  Bunların mültecilerle nasıl çalışılacağı konusunda kendilerini yetiştirmeleri ve eğitim almaları kaçınılmazdır. Sağlık sektörüne ayrılan bütçenin genişletilerek uzman insanların yetişmesine şimdiden kafa yormak gerekmektedir.

Ritüellerin önemi

Genel olarak kaybın yarattığı tahribatın giderilmesi için, insanın ritüellere ihtiyacı vardır. Bu ritüellerin zamansal ve mekansal yaşanması çok önemlidir. Bir örnek vermem gerekirse; Eylül 2004 yılında Çeçen direnişçileri Beslan’da bir okulu işgal ettikten sonra, çoğu çocuk 1127 rehineyi kurtaramaya çalışan Rus ordusunun başarısız operasyonu sonucu 331 kişi öldü. 200’e yakının çocuğun öldüğü bu olayda, ölen çocukların anne-babaları ve yakınlarının her yıl yaptığı ortak bir ritüel onların acılarının dindirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu insanlar her yıl Eylül ayında topluca olayda ölenleri anarken, bütün gün kazanlarda ölenlerin hayrına pişirilen yemekleri dağıtarak ve o geceyi mezarlıkta yatarak geçirmeleri, yaşanılan kaybın giderilmesi ve acıların dindirilmesinde bir ritüel olarak önemli bir yer teşkil etmektedir.

Özellikle yakınlarını kaybetmiş ve onların izlerinin yok edilmiş olması, geride kalanların kendi topraklarından uzak kalması, ellerinden ritüellerinin alınmasına da neden olmuştur. Şu günlerde Anadolu’da topraktan fışkıran ‘meçhul’ cinayetlere kurban gitmiş insanların kemikleri onların yakınları için çok derin bir anlam teşkil edecektir. Teşhis edilecek her kayıp, acıları dinmeyen yakınları için bir ritüel yaratma ve yaşama imkanı sağlayacaktır. Cumartesi annelerinin en büyük isteği, kaybolmuş evlatlarının kemiklerine ulaşarak yaslarının insanca yaşanması için gerekli ritüellerinin yerine getirilmesidir mesela.

Yurtsuzluk duygusu

Sürgüne yolu düşmüş ya da düşürülmüş birçok insan doğdukları ve büyüdükleri toprakları terk ederlerken, kendilerini nelerin beklediğini bilmeseler dahi, yeni vardıkları yerlere dair bir şeylerin daha iyi olacağı konusunda umutlar beslemişlerdir. Sürgüne gidenlerin çoğunun göçle beraber maddi durumlarının daha iyi olacağı beklentisi genellikle olmamıştır. Çünkü bir çoğunun sürgün öncesi ekonomik olarak durumlarının daha iyi olduğu gözlenmiş ve tespit edilmiştir. Batı Avrupa devletlerine II. Dünya Savaşından sonra gelen birçok mülteci ve sürgünün hikayelerinde ağır kayıplar ve travmaları geride bıraktıkları gözlenmiştir. İşkence, esaret, savaş ve ölümler birçoğunun hikayesinde hemen göze çarpar.

Yeni gelinen ülkede edinilen ilk duygu yurtsuzluktur. Dilini ve kültürünü bilmedikleri bu gelinen yeni ülkede aslında arzulanmadıklarını çok çabuk öğrenirler. Yaşam alanlarının kısıtlandığını, bütünleşmeden ziyade aslında asimile edilmeyle yüz yüze kaldıklarını görmeleri onlara sürgün veya göçle beraber daha farklı bir eziklik duygusu verir. Bütün yaşanılan sıkıntıların toplamında travmaları olan bu insanlar anlaşılmadıkları ve arzulanmadıkları duygularını diğer göçmenlere göre daha derin yaşayabilirler.

Ne yapmalı?

Bugün Ortadoğu’daki savaşın temel sebeplerinden hareket edersek, bu durumu dinlerin ve ideolojilerin savaşı olarak görmemiz yerindedir. Batı Avrupa’ya gelen bu mültecilerin çoğu sünni İslam inancına sahip ve bunların birçoğu can güvenlikleri sağladıktan sonra ibadetlerini de ihmal etmeyeceklerdir. Gidecekleri yerlerin başında da camiiler gelecektir. Özellikle Batı Avrupa’da ibadet merkezlerinden radikalleşerek Ortadoğu’ya gidenleri dikkate alacak olursak, başarısız bir entegrasyon politikasının yansıması olarak yeni gelen bu dalgaya karşı Batı ülkeleri aynı hataları yapmamalıdırlar. Kendi toplumlarının ötekileştirme eğilimlerini eriterek toplumsal bütünleşmeyi perçinleştirecek doğru politikalar izlemelidirler. Çok kültürlü bir yaşamın karşılıklı saygınlık ve kabul içinde oluşmasının temellerini atarak, yeni gelen dalganın bu coğrafyada radikaleşmesinin önünü de almalıdırlar. Senaryoyu kötü yazmak istemiyorum, ama bir on ya da yirmi yıl sonra bahsettiğim bu politik önlemler alınmazsa, Avrupa’da çok daha somut etnik, dini çatışma üzerine kurulu bir dönem başlayabilir.

Göçü veya zoraki göçü (sürgünü) yaşayan kişi kendini yeni toplumdan soyutladığında, tecrit ettiğinde ve dar bir gettonun sınırları içine hapsettiğinde, hayat işte o zaman o kişi için bir enkazdan farksız olmuyor. Gelinen bu yeni ülkenin dilini ve kültürünü öğrenebilenler, bir evrensellik ve dünya insanı olma duygusunu ve sorumluluğunu yakaladıklarında, sürgün veya göç işte o zaman bir kazanıma dönüşüyor. Kişi hayata sıfırdan başladığı bu yeni dünyada kendine bir yer edinmeye başlar.

Yeni gelen dalgayı kucaklamak için gettoların olmadığı, bütünleşmenin temellerinin atıldığı bir ortamın ve ortak diyalog zeminlerinin yaratılması için şimdiden herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor. Burada uzun yıllar yaşayan göçmenlerin ve yerlilerin bu sorumluluğu ortak üstlenmesiyle sorunun daha rahat çözüleceği kanaatindeyim.

Yazının devamı gelecek …

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı