İsviçreisviçreKültür-Sanat

İsviçre’nin duayen müzisyeni; Kemal Afşin

Kemal Afşin, uzun yıllardır İsviçre’de yaşayan ve hayatı müzik olan duayen bir akademisyen.

Eğitimci, akademisyen, müzisyen ve orkestra şefi olan Afşin, şu an Batı İsviçre Üniversitelerinin Müzik ve Sanat Eğitimi Bölümleri Başkanlığı görevini yürütüyor.

Küçük yaşta eline aldığı bir mandolin ile başlayan müzik tutkusu Kemal Afşin’i İsviçre’nin en başarılı müzik eğitmenlerinden biri haline getiriyor. 40 yıldır eğitim dünyası içinde bulunan duayen müzisyen, bugüne kadar yüzlerce konsere imza attı.

Prof. Kemal Afşin’in, çocukların anne karnında başlayan hafıza gelişimi, müziğin zeka ve çocuk psikolojisi üzerine etkileri gibi dünya çapında ses getiren akademik çalışmaları da mevcut.

Prof. Kemal Afşin ile akademik çalışmaları üzerine konuştuk. Afşin ilk olarak müzik ile tanışmasını şöyle anlatıyor bize;

“Aslen Malatya’nın Doğanşehir ilçesindenim. Daha 5 yaşlarında iken kuzu çobanlığı yapıyordum. Dağlarda dolaşırken can sıkıntısından küçük bıçaklar kullanarak flütler imal etmeye başladım. Flütleri önce kuzularıma çalmaya başladım. Bu arada ilkokulda ailesi zengin bir çocuk vardı. Babası her zaman ona güzel oyuncaklar alıyordu. Bir defasında bir mandolinle geldi. Fakat çalmasını hiç bilmiyordu. O sirada teneffüste dışarı çıkınca mandolin sınıfta kalmıştı. Ben de fırsattan istifade edip enstrümani elime aldım ve “Kadir Mevlâm“ isimli bir türküyü çalmaya çalıştım. Melodiyi sınama yanılma metodu ile bularak yorumladım. Herkes içeri girince arkadaşlar benim mandolinle o zamanların meşhur türküsünü çaldığımı görünce, öğretmene söylediler. O da beni dinlemek istedi. Böylece tekrar çalmaya başladım. Sonra hoca bana ne zamandan beri çaldığımı sordu. Ben de “5 dakikadan beri“ dedim. Şaşırdı tabi. Sonra sınıfa dönüp bakın dedi aramızda kim bilir ne Beethoven’ler ne Mozart’lar var. Sonra babamın bana keman alması gerektiğini çünkü kemanın uluslararası bir müzik aleti olduğundan bahsetti. Bunu babama söyleyince babam ; “Sen boş ver bunları, başka tahsil yaparsın“ deyip durumu geçiştirdi. Tabi ben bu durumu hocaya anlatınca kendisi bana, o zamanin parasi ile 250 Lira’ya bir keman satın aldı. Belki o zamanlarda kendi maaşı 350 Lira civarında idi. Kendisi de keman çaldığından, bana ilk derslerimi o verdi. Böylece yaz tatillerimde gündüzleri kuzularla akşamları da kemanımla vakit geçiriyordum. Müzik hayatıma ilk bu şekilde girdi. Sonraları da o bölgeden benimle birlikte üç kişiyi tahsil için İstanbul’a gönderdiler. “Istanbul Çapa’da 600 aday arasında seçilen 12 kişiden birisi de bendim.”

Kemal Afşin
Kemal Afşin

İstanbul’dan sonra Ankara’ya geçen Kemal Afşin, şu an Gazi Üniversitesi olan kurumun müzik ve sanat bölümlerinde okudu. Sanatını ve eğitimini daha ileri seviyelere getirmek için 1968 yılında İsviçre’ye geliyor.

“Önce Bern ve Cenevre konservatuarlarında tahsil aldım. Paralel olarak Cenevre Üniversitesi’ne devam ettim. Bu arada Fransızca’yı daha iyi konuşabilmek için Lozan Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü okudum. Master eğitiminden sonra uygulamalı müzikoloji dalında doktora yaptım.“

1975 yılında Türkiye’ye dönüş yapan Kemal Afşin Gazi Üniversitesi bünyesinde 1,5 yıl kadar dersler veriyor. Ancak dönemin catışmalı politik ortamından rahatsız olup bir süre sonra yeniden İsviçre’ye geliyor.

“Tekrar Lozan’a geldim. O zaman 5 bin markım vardı. Para kısa sürede bitince yapabileceğim tek şey müzik öğretmenliğiydi. Kantonun milli eğitim bölümüne müracaat ettim ve beni geçici olarak işe aldılar. Bakanlikta bu işlere bakan görevli benden çok memnun kalmıştı. Kanton içinde hangi okulda müzik öğretmeni açığı varsa beni oraya gönderiyordu. Böylece öncelikle Payerne, Pully ve Lozan merkezdeki okullar olmak üzere bütün okulları tanıma imkanım oldu. Hem öğrenciler hem de okulların müdürleri benim hakkımda olumlu görüş bildirince beni sene sonunda kontratlı öğretmen olarak eğitim sistemine dahil ettiler. Daha sonra üniversitedeki pedagojik egitimimi bitirince beni uzun süreli daimi öğretmen kadrosuna aldılar. 5 yıl süre ile Planta Koleji’nde, bizim vatandaşlarımızın da yoğun yaşadığı bölgede öğretmenlik yaptım.“

Üniversite öğretim üyeliğiniz nasıl başladı?

Planta’daki 5 yıldan sonra,1985 yılında Eğitim Fakültesi’nde yeni kadrolar açıldı ve öğretim üyeliği imkanı doğdu. Rektörün telkiniyle yarışmaya bende katıldım ve neticede jüri benim adaylığımı olumlu bulup bu fakülteye atanmamı sağladı. Böylece Gazi Üniversitesi’nde başladığım üniversite hocalığını bu sefer Lozan’da elde etmiş oldum. Bir süre sonra da, 1990 yılında Eğitim Fakültesi’nde Müzik Eğitimi Bölüm başkanı oldum. 2012 yılındandan bu yana da bütün Batı İsviçre Üniversitelerinin Müzik ve Sanat Eğitimi Bölümleri başkanlığını yapıyorum. Ayrıca Cenevre Üniversitesi Psikoloji ve Eğitim ilimleri Fakültesi’nde müzik psikolojisi ve beyin üzerine yıllarca araştırmalar yaptım. Benim ikinci doktoram da bu konuda oldu.“

 Hamilelik döneminde müzik ve zeka gelişimi

Kemal Afşin

Müzik psikolojisi ve beyin ile ilgili calışmalarınızdan bahsedebilir misiniz biraz?

Benim asıl çalışmalarım müzik belleğinin ve algılamasının geliştirilmesi üzerinedir. Bunu anlamak için belleğin, yani hafızanın genel olarak gelişmesini anlamak lazım. Hafıza meselesi çok karmaşık olduğu için ben ilk önce bu araştırmayı kadınların hamilelik döneminden itibaren kurgulamaya başladım.  “Acaba anne karnındaki bebeğin duyma kabiliyeti var mı? Hatta duyduklarını hafızasında tutabiliyor mu?“ Bu durum araştırmamın ilk ayağı oldu. Öncelikle anne karnında bebeğin kulak oluşumu altıncı aydan itibaren başlar. Bu süreden sonra ana rahmindeki bebek 1,5 metre mesafeden sesleri duyabiliyor. Ve nitekim doğumdan sonra ağlayan bebek annesinin kucağında onun sesini hafızasında depoladığı için ağlamayı keser. Ben bu araştırmada hamileliklerinin son 3 ayındaki 18 bayanla çalıştım. Öyle ki, her gün bu hanımlara 30-40 dakika boyunca hep aynı parçaları kemanla çaldım. Doğumlar gerçekleştikten sonra yanımda çocuk doğum uzmanı Profesör arkadaşımla çocukları ziyarete gittik. Önce çocukların kalp atışlarını ve metabolizma hareketlerini ölçtükten sonra ben onlar için çaldığım parçaları tekrar çalmaya başladım. Sonra çocuklarda kalp atışları ve bazı fiziki hareketlerin önemli bir şekilde farklılaştığını tespit ettik. İşin en dikkat çeken tarafı ise hiç duymadıkları bir parçayı çaldığımda fizyolojik veya psikomotör bir tepki vermemeleriydi. Bunlar teorik olarak doktora çalışmalarımda işlendi ve yayınlandı. Bundan ötürü Avrupa’nın çeşitli üniversitelerinin davetlisi olarak sayısız konferanslar verdim.  Aynı çalışmaları şiir ile de yapmıştık. Bu sefer anneye hamilelik döneminde şiir okuttuk. Doğumdan sonra annesi çocuğa aynı şiiri okuduğunda çocukta psikomotör hareketler le büyük bir ilgi kaynağı oluşuyordu. Aynı şiiri başka bir kadın çocuğa okuduğunda ise çocukta her hangi bir hareket gözlemlemedik. Zira çocuk ikinci bayanın ses tonunu hiç bir evrede duyup algılamamıştı. Tüm bu çalışmalar şunu gösterdi ki, hafıza hamilelik döneminin sonunda oluşmaya başlıyor. Bizim asıl görevimiz eğitimci olarak hafızanın doğum sonrasında en iyi şekilde gelişmesi için kişinin nörolojik yapısına uygun öğretim metodları geliştirerek yardımcı olmaktır. Pedagog olarak yeni eğitim olguları geliştirmek için bu araştırmalarımdan sonsuz derecede faydalandım. Şunu da unutmayalım; eğer hamilelik döneminde evde huzursuz bir ortam varsa, anneye sürekli bağırılıyorsa, hatta şiddet uygulanıyorsa doğacak çocuklar bu durumdan çok etkilenirler. Bundan ötürü ilerdeki yaşamlarında çeşitli dengesizlikler sergilerler.

Kendinize örnek aldığınız ya da etkilendiğiniz sanatçılar var mı? 

İnsanlar genellikle yaşamlarında ilk karşılaştıkları değerlerin etkisinde kalırlar ve onları başka değerlerle yoğurarak ileri bir safhaya taşımaya gayret ederler. Tabiatiyle benim de öğrenimimin ilk yıllarında etkileri altında kaldığım hocalarım oldu. Onları buradan saygıyla anıyorum. Cumurhiyetin ilk yıllarında Paris’e gönderilmiş ve orada Jacques Thibaud (1880-1953) ve Eugène Ysaye (1858-1931) gibi dahi sanatçılarla çalışmış olan keman hocalarım Ekrem Zeki Ün (Istiklal Marşı bestecisi Zeki Üngör’ün oğlu) ve Cezmi Erinç Türkiye’deki sanatsal alt yapımın oluşmasında etkili oldular.  Avrupa’daki fromasionum ise aynı ekole ait Henryk Szeryng ve Christian Ferras gibi dünya çapında ünlü hocalarla devam etti. Bu vesileyle alçak gönüllülükten uzak da olsa, kendimi sanatsal bakımdan Thibaud ve Ysaye’in 21. asırdaki uzantıları olarak hissediyorum. Ayrıca ilmi araştırmacı olarak Cenevre Üniversitesi’nde büyük psychopédagogue Prof. Dr. Daniel Hameline, doktora tezi hocam olarak benim için her zaman aydınlığın kaynağı olmuştur. Önemli olan başkasını kopya etmek değil onların fikirlerini kendi değerleriyle yoğurup daha ileri bir seviyeye taşımaktır. En değerli padagoglar aynen kendileri gibi düşünen öğrencileri yetiştirenler değil, kişilerin fikir üretme yeteneklerini geliştirenlerdir.

Müziğin toplum ve kültür üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Müziğin toplum ve kültür üzerindeki etkileri saymakla bitmez. Öyle ki, “ Tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan?“ gibi birşey bu. Bunu izah ederken müziğin çevreden ve toplumdan doğduğunu ve daha sonrada aynı toplumu yönlerdimede etkili olduğunu belirtmek lazım. Büyük sanatçı Yehudi Menuhin; “Eğer ülkeleri idare edenler biraz müzik yapsalardı, almış oldukları kararlarla halklarını daha çok mutlu ederlerdi. Şu ana kadar yapılmış savaşların çoğu olmazdı.“ diyor. Tabi bunları söylerken her çeşit müzikten bahsediyoruz (Klasik, Folklorik, Jazz…). Ben de diyorum ki; İran ihtilalinin ilk dönemlerinde Ayetullahlar kontrebas çalıp biraz jazz müziği yapsalardı o kadar kişi idam edilmezdi. Bunun haricinde müziğin küçük yaşlardan itibaren, hatta daha doğmadan ana rahminde 6.  aydan itibaren, çocukların zihinsel gelişmelerine, beynin çeşitli bölgeleri arasında iletişim sağlayarak bireyin düşünce yaratıcığına büyük etkileri olduğunu unutmamak lazım.

Tabiyatıyla bu bireyler zamanla yaşadıkları toplumun içinde yaratıcılık kabiliyetlerini değerlendirerek aynı topluma pozitif katkıda bulunup toplumun yönlenmesine etki ederler. Aslında bu konu çok geniş ve derin bir mesele. Durumu birkaç cümleyle geçiştirmek, gereken önemi vermekten uzaktır. Alman Filozof Frederik Nietzsche; “Müziksiz bir hayatın hiçbir anlamı yoktur“ der.

İsviçre ile kıyasladığınızda Türkiye’deki sanatsal gelişimi nasıl değerlendirirsiniz? Sanat Türkiye’de sizce şu anda ne aşamada?

İsviçre’deki sanatsal gelişim Avrupa’nın sanatsal gelişmiyle eşdeğerdedir ve bu durum asırlar öncesine dayanmaktadır. Türkiye’de ise müzik gerçek anlamda ancak Tanzimat’tan itibaren önem kazanmaya başlamıştır. Türkiye’de sanatla uğraşan değerlerimizin mevcut olduğu kesindir. Ancak kendisini sanatçı olarak lanse etmek isteyen herkes sanatçı olarak kabul edilmemelidir. Çünkü sanat yıllarca süren bir eğitim, uzun bir çalışma ve büyük bir yaratıcılık potansiyeli gerektirmektedir. Ayrıca “Sanat sanat için yapılır“ deyimi İsviçre’de son derece geçerlidir. Ancak bu şekilde sanatın zengin içeriği toplumun hizmetine sunulabilir. Bazı ülkelerde bu prensip yozlaştırıldığı için sanatsal ürünler güdük kalmaktadır. Benim anladığım kadarıyla Türkiye’de bu problem henüz halledilmiş değil. Zira sanatçı olarak geçinmek isteyen bazıları, kimilerin hoşuna gitmek için çaba göstermektedirler. Buna rağmen uluslararası etkinliklerde başarı gösteren bazi sanatçılarımızı da takdirle takip ettiğimi belirtmek istiyorum. Türkiye’nin sanatsal değerlerine sahip çıkması en büyük dileğimdir. Zira sanata değer vermeyen toplumların çoğu dünyada hiç bir iz bırakmadan tarihin karanlık sayfalarına gömülmeye mahkumdurlar.

Akademik çalışmalarınız Türkiye’de ne derece tanınıyor?

Kemal Afşin

Son yıllarda Marmara, Gazi, Yüzüncü yıl gibi üniversitelerde “Müzik ve beyin ilişkileri“ üzerine konferanslar verdim. Akademik çalışmalarımın Türkçe’ye tercümesi henüz yapılmadı fakat ara sıra Türkiye’deki bazı akademisyenler benimle temas kurup belirli konularda kendi çalışmaları için fikir alış verişinde bulunuyorlar. Ayrıca üniversiteler arası Erasmus programları dahilinde Türkiye’den İsviçre’ye gelen öğrencilerle çalışma fırsatım oluyor.

İsviçre’de çalışmalar yürüten bir sanatçı ve akademisyen olarak, burada olmaktan dolayı kendinizi şanslı hissediyor musunuz? Türkiye’de olsaydınız çalışmalarınızın karşılığını alabilir miydiniz sizce?

Benim için birinci derecede önemli olan insanlığa hizmet etmektir. Bu şartları bulduğum her ülkede rahatlıkla çalışabilirim. İsviçre bana devlet olarak kapılarını açıp gerekli  bilimsel, sanatsal olanakları sağladığı için burada yapabilecekle rimin çoğunu gerçekleştirdim. Türkiye’deki kardeşlerime veremediğim hizmetlerimin burukluğunu da burada dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen öğrencilerimle gidermeye çalışıyorum. Önemli olan insanlara yardımcı olmaktır. Türkiye’de olsaydım ne olurdu? Açıkçası yaşamadığım bir durum hakkında fikir yürütmek bir faraziyeden ileri gitmez. Fakat Türkiye’deki üniversitelerin şu anki durumu içler acısı. İlmi ve sanatsal çalışmalarıma katkı yapacak niteliklerden çok uzaklar.

Bundan sonraki aşamada yeni hedefleriniz nelerdir?

Şu anda akademik çalışmalarımı da üniversitelerde araştırma ve doktora tezleri yöneterek birikimlerimi genç öğrencilerle paylaşmaktayım. Bundan sonraki hedefim; şu ana kadar yapmış olduğum tüm müzikolojik, psikolojik ve pedagojik çalışmalarımın ürünlerini uygulamalı müzik yorumlarıyla yoğurarak insanlara sunmak. Bu sebeple İsviçre’de “Les solistes Suisse Romande” İngiltere’de “London Femusa Orchestra” gruplarının şefliğini üstlenmiş bulunuyorum. Bu orchestralarla Avrupa’nın çeşitli sanat etkinliklerinde, festivallerde konserler vererek son nefesime kadar müziğe ve insanlığa hizmet etmek istiyorum.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı