Bülent Kaya

Cinsel taciz; Tencere dibin kara, senin ki benden kara!

Bulent Kaya

Bülent Kaya

Siyaset bilimci ve Araştırmacı

 

 

Sığınmacılar konusu Avrupa ülkelerinin gündemini farklı biçimlerle meşgul etmeye devam ediyor. Köln’de yılbaşı gecesi göçmen gençlerden oluşan bir grubun yüzlerce kadına toplu cinsel taciz eylemi, Merkel’in „sıcak yürek ve hoş geldin kültürü“ çağrısını adeta sabote etmek isteyenlerin ekmeğine yağ süren bir boyut kazandı.

İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde, göçmen karşıtı ırkçı gruplara indirgenemeyecek geniş bir çevre, kapılarını sığınmacılara açmakta zaten pek istekli olmayan siyasetçileri üzerine cinsel taciz eylemleri üzerinden ciddi bir kamuoyu baskısı oluşturmaya başladılar. İsviçre’de SVP’li Blocher ve Die Weltwoche gazetesi etrafında kümelenmiş popülist entelektüeller siyasi jargonlarına “cinsel taciz ve yabancılar” kıtasını eklemekte geç kalmadılar bile. Taciz eylemlerinin popülist bir yaklaşımla göçmen karşıtlığı için araçsallaştırılmasını, yani cinsiyetçi bu eylemi kınamayı açık-ırkçılık siyasetinin değirmenine su taşımak amacıyla yapılmasını şimdilik bir kenara bırakalım.

Ancak şu bir gerçek ki, doğru veya yanlış, mültecilerden söz etmeye başlanıldığında bir çok Avrupalının zihnini meşgul edecek olan masum Aylan Kurdî’nin yürek yakan cansız bedeni değil, artık bu taciz olayı olacaktır. Nitekim olayın basına yansımasından sonra konuştuğum İsviçreli arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu yüzlerine yansıyan endişeli bir dille “bu konuda ne düşünüyorsun?” demeden kendini alıkoyamadılar.

Kültürleştirilmiş cinsiyetçilik

Taciz olayı bir çok gazete ve dergide farklı bakış açılarıyla değerlendirildi. İngiltere’nin saygın haftalık dergisi The Economist taciz olayını “Göçmen Erkek, Avrupalı Kadın” başlığını attığı makalesinde kültürel açıdan ele aldı. The Economist için Avrupa insanındaki bu endişe, abartılı bile olsa saçma değil. Zira bu dergiye göre, kadının toplumsal konumu ve erkeğin kadına yaklaşımı bağlamında ”zengin, liberal ve laik Avrupa ile yeni mültecilerin geldikleri bazı ülkeler arasında gerçekten büyük bir kültürel uçurum var”.

Bu yüzden de Avrupa insanı bu olayda doğal olarak “Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun ortak paydası cinsiyetçilikten nasibini almış, tehdit edici genç erkekleri görecektir”, diyor. Ve ekliyor: “Yeni gelenlerin entegrasyonu konusunda, Avrupa bu konuda sicili daha iyi olan Amerika’dan bir kaç şey öğrenebilir. Göçmenlere tolerans ve kadın erkek eşitliği gibi hem yasa hem de yerel normlara saygı duymalarını öğretmek “kültür emperyalizmi” olarak görülmemelidir”.

Cinsel tacizleri yapanların kültür veya etnisitesi ile cinsel taciz olgusu arasında bir bağ kurmak elbette The Economist’e özgü yeni bir şey değil. Eğitim, sağlık ve sosyal alan gibi bir çok alanda, göçmenlerin köken toplumları kültürel açıdan homojen bir toplum olarak algılanmaktadır. Sosyal bilimlerde “kültürleştirmek ” kavramı ile açıklanan bu yaklaşım, kültürleri statik ve değişmeyen, bireyi A dan Z’ye kadar belirleyen bir üst-güç olarak görmektedir. Böylece herhangi bir göçmenin herhangi bir tavrı veya duruşu onun ait olduğu kültürün bir özelliği olarak algılanmaktadır.

Bu yüzdendir ki, bizim kuşak çok iyi hatırlar, 80 yıllarda İsviçre’de Türkiyeli sol örgütlerin şiddet eylemleri kültürümüze özgü bir durum olarak değerlendirilirdi. Yine aynı şekilde, Almanya’daki bazı Türkiyeli gençlerin kadın-taciz ve hırsızlık eylemleri 80’lerin Almanya’sında kültür eksenli çok ciddi tartışmalara sebebiyet verdiğini hatırlatalım. Sonuçta göçmenlerin -kriminel olsun veya olmasın – bazı eylemlerinin, kültürel perspektifle değerlendirilmelerinin doğal bir sonucu olarak, kategorileştirilmesi ve genelleştirilmesi yeni bir şey değil.

Cinsiyetçiliği kültürleştirmekle, ırkçılığı ve suç olgusunu kültürleştirmek arasında hiç fark yoktur, üstelik yanlıştır da. Cinsiyetçilik gerçeğinin fotoğrafı Fransız edebiyatçı Virginie Despentes’in “King Kong Teori” adlı eserinde ki şu cümlelerde saklı: “Cinsel tecavüz, bütün sosyal sınıfları, yaşları, güzellikleri ve hatta karakterleri ilişkilendiren federatif bir eylemdir. Biz kadınlardan, kadına yönelik cinsel şiddeti yeni bir fenomen yada belli bir gruba özgün bir şeymiş gibi algılamamızı beklemesinler”. Zira cinsiyetçi şiddet, her hangi bir sosyal ortama bağlı kalmaksızın, Avrupa Birliği ülkeleri de dahil her toplumda var; evde, işte, okulda, caddede, dijital sanal dünyada…

İstatistiklere göre, Avrupa Birliği’nde her üç kadından biri 15 yaşından sonra  hayatında en az bir kere fiziki ve/veya cinsel şiddete maruz kalmış. Çalışan kadınlarda cinsel tacize uğrama oranı ise yüzde 75. Bu sayılara festivaller, karnavallar vb. gibi şenlik ortamlarında yapılan ve polis kayıtlarına girmeyen “sarhoş beyaz erkek” tacizleri dahil değil tabii…  Bu sınırlı gözlem bile Despentes’in yukardaki satırlarını teyit ediyor.

Simone de Beauvoir’ın “Kadın olarak doğulmuyor, kadın olunuyor” meşhur sözü, biz erkekler içinde son derece geçerli bir laf: erkek doğmadık, erkek olduk. İşte bütün sırda bu sonuncuda yatıyor, yani toplumun bizi nasıl erkek yaptığında – tabii bir o kadarda bizim de kendimizi.

Cinsiyetçilik konusunda hiç bir toplumun diğerinden kalır yanı yok. Tencere dibin kara, seninki benden kara misali…

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı