Kültür-Sanat

Dünün kâtipleri bugünün yazarları; dünün tabletleri bugünün kitapları

“Elini ağzıyla eşit hızla hareket ettirebilen kâtip, gerçek kâtiptir.” - Sümer Atasözü

Bu Sümer atasözü belki de yazara ve onun işlevine dair edilmiş en eski atasözüdür. Ne de olsa yazıyı Sümerler buldu ve o gün bu gündür bizler bu mucizenin sırrını çözmeye gayret ediyoruz. Aslında gayret mi ediyoruz yoksa ondan kaçmaya mı çalışıyoruz o da ayrı bir soru ve sorundur.

Edebiyatın yazar/şair kaynaklı üretildiğine dair ortak bir kanı vardır: Yazar üretir, okur tüketir. Fakat naçizane, bunun çoğu zaman böyle olmadığını düşünüyorum. Doğrudur, yazar bir şeyi üretir; fakat ürettiğini ürettiği anda da tüketmiştir. O, eserini ortaya koyduğunda, eser var olan ve onun sayesinde ayakta durabilen kalıpların içinde sonsuza kadar sabittir/hapistir. Peki bu durumda, “Elini ağzıyla eşit hızla hareket ettirebilen kâtip”in-günümüze uyarlarsak yazarın- nasıl oluyor da üretirken tükettiği şey bin yıllara meydan okuyup canlı kalabiliyor? Nasıl oluyor da M.Ö. yaklaşık 2100 yılında tablete işlenen Gılgamış Destanı günümüze kadar yaşayabiliyor ve bizlere ilham vermeye devam ediyor?

Okur sayesinde

Bir kâtip ne kadar hızlı ellere, bir yazar ne kadar yaratıcı iç sese ve o sesi işleyebilen dil/yazım yeteneğine sahip olursa olsun, karşılığında bir okur yoksa, o yazar (ve dolayısıyla eseri) var olma, hayatta kalma şansına sahip değildir. Şimdilerde, bilhassa benim ülkemde, çokça yaratıcı yazar kursları açılıyor. Tümden kötülemek istemiyorum; fakat bu konuda “doğal”dan yanayım. Belki kimileri beni “eski kafalı” bulacaktır. Büyük şairlerimizden Ahmed Arif, “Şiirin okulu yoktur; zaten olsa da kötü olurdu” derken belki de böyle bir şeye vurgu yapıyordu, bilemem.

www.habepodium.ch

Bildiğim, edebiyatın, yaratıcı yazar kurslarından ziyade yaratıcı okurlara ihtiyaç duyduğudur. Bu, yazarlık gibi değildir. Yazarlık bana göre her ne kadar şairliğin “henüz tam olgunluğa er(e)memiş bir alt mertebesi” olsa da tıpkı şairlik gibi mekteple kazanılacak bir yeti değildir. Pek tabii yazma biçim, tekniklerini yadsıyor, bir kenara atıyor değilim; fakat bunların okuldan çok, okurluk üzerinden edinilebileceğini düşünüyorum. Her yazar önünde ve sonunda bir okur olduğuna göre, aslında yazarlık okurluğun da bir ara formu olarak karşımıza çıkıyor.

Günün sonunda ihtiyaç duyduğumuz bence okurdur

Yazarın da gidip gölgesine sığındığı, yorgunluğunu çıkarmak için oturup sırtını dayadığı gövde onun gövdesidir.

Bu bahsi, 27 yaşında, Birinci Dünya Savaşı’na katıldıktan kısa bir süre sonra ölen ve geride sadece bir roman bırakabilmiş olan Alian Fournier’le bitirelim:

“Dahi yazar yoktur, iyi okur vardır.”

Buraya kadar okura ve yazara dair söyleyeceklerimi söylemişken biraz da edebiyatı ne olarak ve nasıl gördüğümü anlatmak istiyorum.

Büyük öykücümüz Sait Faik’in “Yazmasaydım çıldırırdım” dediği rivayet edilir. İlk okuyuşta insana fazla “edebi” geliyor ama aslında çoğu yazar için durum tam da budur. Yazmasalardı eksik kalacak, hayatta noksan duracaklardı. Hatta bazıları fiziksel acılar çekecekti, kimisi terapi kurlarında ömür tüketecek, kimi de boynundaki kırmızı atkıyı bir söğüt dalına dolayıp kendisini Limmat’a atacaktı.

isvicre edebiyati, isvicre kültür sanat, www.haberpodium.ch
James Joyce

James Joyce’un, çok sevdiği Platzspitz’de birbirine karışan/kavuşan Sihl ve Limmat çaylarını seyrederken aklına böyle bir şey geldi mi bilmiyoruz; fakat gelip de yapmadıysa bu onun edebiyat yaratımı sayesinde olmuştur demek yanlış olmayacaktır. Pek tabii edebiyat her zaman yaraya merhem olmuyor. En azından Stefan Zweig’ı memleketinden çok çok uzakta, içine düştüğü karanlık umutsuzluktan maalesef çıkaramadığını biliyoruz. Öte yandan belki de yazmadığı için acılarla dünyamızı terk eden bir sürü insanımız oldu, onları da bilemiyoruz. Kendi deneyimim pek tabii ortalamaya denk gelmez biliyorum; çünkü yaşadığım ve burada bulunan çoğu dostumun da tecrübe ettiği hayat “standart sapma”nın çok üstünde. Bu yüzden biz “sürgün” veya “göçmen” yazarlar dilde, dilimizin korunaklı dünyasında kendimize bir dünya oluşturmuşuzdur. Bazen kendi hayat deneyimlerimizden sıra başkalarınınkini anlatmaya gelmediği için mutsuz bile oluyoruz; çünkü bir yazar en çok kendini yazmadığında serbest ve mutlu olabilir.

Bunun bir de asıl okurdan uzak düşmesi var. Her göçmen yazar aslında bir çeşit “ghost writer”dır; eseriyle vardır ama bünyesiyle yoktur. Bu, yazarlığın olumsuz bir tarafı; fakat bunun bir de yaratıcı gücü vardır:

Köklerini görmek istiyorsan, toprağından ayrıl

Zaten bütün hikâyeler de böyle vücut bulmaz mı? Siz bir yola çıkarsınız; o yol sizin hikâyeniz/hayatınız olur. Ya da bir gün kasabaya bir yabancı gelir, hikâye başlar, yabancının kasabayı terk ettiği gün de hikâye biter. Yani aslında edebiyatta ve belki de bütün sanat dallarında göçerlik şarttır. Buna bir itirazım yok, itirazım;

“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,

-öyle gibi de görünüyor-

Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni

ve de uyarına gelirse,

tepemde bir de çınar olursa

taş maş da istemez hani…”

diyor ya bizim büyük ozanımız Nazım Hikmet, 27 Nisan 1953 senesinde Moskova yakınlarındaki Barviha Sanatoryumu’nda yazdığı Vasiyet adlı şiirinde, evet tek itirazım, tepesinde çınar olmayan sahipsiz mezaradır.

 

www.haberpodium.ch

Hasan Sever

Yazar

 

Not: Bu yazı, 25 Mayıs 2019 tarihinde İsviçre’nin Winterthur kentinde yapılan, “Anatolisch-Schweizerisch Literaturtag“ isimli edebiyat buluşması vesilesiyle kaleme alınmıştır.

 

İSVİÇRE VE ANADOLU EDEBİYATI WİNTERTHUR’DA BULUŞTU

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı