Bülent Kaya

Mülteciler…Peki şimdi nereye?

Bulent Kaya

Bülent Kaya

Siyaset bilimci ve Araştırmacı

 

 

Brezilyalı edebiyatçı Paulo Coelho bir eserinde “Bugün gerçekleşen her şey sonuçlarıyla geleceği etkiler (…)” der. Batı Avrupa göç toplumlarının bugününü meşgul eden bu “yeni göç” dalgası onların geleceklerini nasıl etkileyecek? Bana göre, “yeni göç” dalgasının en çok şu üç alanda ciddi etkileri olabilecek: Demografik, entegrasyon-uyum ve ırkçılık.

Yaşlı Avrupa, genç ve dinamik potansiyel…

Avrupa toplumlarının kendilerini birer “yaşlı toplum” olarak algılamaları hiç de öznel bir olgu değil. Bu durum, demografik istatistiklerin uzun yıllardan beri işaret ettiği ve değişmeyen bir eğilimin kaçınılmaz bir sonucu. Avrupa Komisyonu’nun önemli belli konularda düşünce üretmeyi teşvik etmek için her yıl çıkardığı “Yeşil Kitap”ta da Avrupa’nın nüfus durumu hakkında artık ezberlenen şu tespiti tekrar eder durur: “Birlik benzeri görülmemiş ve sonuçları ile bütün bir toplumu derinden etkileyecek demografik altüst oluşlarla karşı karşıyadır”. Zira “Yeşil Kitap”, Avrupa Birliği’nin (AB) 2030 yılına kadar çalışma yaşına erişmiş 21 milyon insana ihtiyacı olduğuna işaret etmektedir. üstelik 2030’lara gelindiğinde AB nüfusunda bugüne göre 18 milyon daha az çocuk ve genç olacak.

AB üyesi olmayan İsviçre’de durum pek farklı değil; İsviçre’nin demografik evrimine bakıldığında görülecektir ki, 1900 yıllarda 64 yaş ve üstü nüfus toplumun yüzde 5,8’ini oluştururken 2000 yılların başında bu oran yüzde 15,5 düzeyinde. 80 yaş ve üstü grubun toplumdaki oranı ise yüzde 0.5 ten yüzde 4’e çıktı. Aynı dönemde, 15 yaşından küçük nüfusun toplumdaki oranı ise yüzde 31’den yüzde17,3’e düştü. Bu negatif demografik  gelişmenin nedenlerinden çok daha fazla sonuçları Avrupa toplumlarına “bu bizim yaşlı halimiz ne olacak?” sorusunu sordurtuyor. Zira sorun sadece emeklilik alanında reform zorunluluğu doğurmuyor aksine bütün bir iş hayatı, yaşam alanları, şehirlerin ulaşım ve alt yapı alanlarında kaçınılmaz temel değişiklikleri zorunlu kılıyor.

 “Nüfus krizi” diye adlandırmanın çok abartılı olmayacağı bu gerçeklik karşısında Batı Avrupa toplumlarının aldıkları önlemler – ki bunların başında aile yaşamı ile iş hayatı arasında denge oluşturulması ve kontrollü bir şekilde yüksek kalifiyeli göçe başvurma gelmektedir – bu krizi aşmaya yetecek güçte değiller.

Birkaç yıl yine aynı hızla devam edeceğe benzeyen bu “yeni göç” dalgasının Avrupa göçmen nüfusunu göreceli önemde artıracağı ve gençleştireceği kesin. Zira sayıları milyonlara ulaşacak yeni göçmenler ağırlıkla çocuklu genç ailelerden ve gençlerden oluşmaktadır. Göçün ekonomik sonuçları ve etkileri üzerine yaptığı çalışmaları ile tanınan Amerikalı ekonomist George Borjas “Immigration Economics” adlı yapıtında söyle bir tespitte bulunur: “Birincisi, göçün dağılımsal (distributionnal) sonuçları var: bazıları kazanır, bazıları ise kayıp eder. İkincisi, göçmenler sahip oldukları kaynaklarla en iyisini yapmaya teşebbüs eden rasyonel ekonomik aktörlerdir”. Ekonometri araştırmalarında Borjas, göçün maliyetinden daha fazlasıyla göç toplumunun ekonomisine katkıda bulunduğu sonucuna varır. Başka bir deyimle, göçün getirisi götürüsünden fazladır.

Buradan birinci tezimizi formüle edebiliriz: Avrupa göç toplumlarının bugün “derin kriz” diye adlandırdıkları “yeni göç” olgusu, yarınları için bir şans, ekonomi ve nüfusları için dinamik ve yapısal bir fırsat, refahları için de yeni bir ek kaynak olacaktır. Yeni göçmenler Batı Avrupa göç toplumlarına 1670’lerde Katolik Fransa’nın baskılarından kaçan Protestan Hugenot ve Nazi Almanya’sının zulmüne uğramış Yahudi sığınmacıların yeni yurt edindikleri ülkelerin ekonomilerine yaptıkları katkılara benzer türden katkılar yapmamaları için hiçbir neden yok.

Post-entegrasyon politikalarına doğru…

Batı Avrupa göç toplumları, bir fiil göç toplumu olmalarına rağmen kendilerini göç toplumu olarak algılayamama paradoksunu bir türlü aşamadılar. Entegrasyon politikalarının geliştirilmesinin özünde yatan da zaten bu olgudur.

Kendisini göç ülkesi olarak algılayan bir ülkenin bu alandaki yaklaşım tarzını göstermek için  Kanada’nın Göç, Sığınmacılar ve Vatandaşlık Bakanı John McCallum’un Şubat ayında Toronto kentinde gerçekleşen “Ekonomik Kulüp” toplantısında söylediklerini aktarmakla yetinelim. Şöyle diyor Kanadalı bakan McCallum: “Önemli olan kabul ettiğimiz sığınmacıların sayısının ne kadar olduğu değil, onları ne kadar iyi kabul edişimizdir. Yaptığımız, bu yeni Kanadalıları hoş geldin politikasıyla karşılamayı, entegrasyonlarını teşvik etmeyi ve onların yeterlileştirilmesi/güçlendirilmesini (empowerment) hedefleyen ulusal bir projedir”.

Kendilerini göç toplumu olarak algılayan ülkelerin en önemli özelliklerinden biri, yeni gelenler için öngördükleri entegrasyon politikalarının yanında kendisinin olmazsa olmaz parçası olan göçmenlerle eşitlik temelinde bir arada yaşayabilmek için toplumsal ve kurumsal bir çok alanı göç toplumunun ihtiyaç ve gereklerine göre şekillendirmesidir. Bu iki olgu, yani yeniler için entegrasyonu teşvik ederken, kurumsal mekanizmaları değişen toplumsal yapıya adapte etme, birbirleriyle hem paralel hem de iç içe bir süreç olarak işler.

AB ülkelerinde birliğe üye olmayan bir ülkede doğmuş 33,5 milyon insan yaşamakta. Bu sayıya göç ülkesinde doğmuş ikinci kuşak ve vatandaşlık hakkı elde etmiş şahıslar dahil değildir. İsviçre’de ise birinci kuşak ve ikinci kuşağın toplamı toplumun yüzde 35’ini oluşturmaktadır. Madalyanın bir yüzünü bu sayısal gerçeklik oluştururken diğer yüzünü de Vertoveç’in “süper diversity” diye adlandırdığı, derin bir sosyal ve toplumsal çeşitlik oluşturmaktadır.

Avrupa göç toplumlarının demografik yapısında göç kökenlilerin oluşturduğu bu sayısal önem ve bulunma süreleri dikkate alındığında, herkes için entegrasyon politikalarından söz etmek ne derece doğru olur? Yeni gelen bir sığınmacının ihtiyaçları ile, emekli yaşına girmiş birinci kuşağın veya ailelerinin köken ülkeleri ile bağları ulus ötesi bir karakter kazanmış ikinci veya üçüncü kuşağın ihtiyaçları arasında ne tür bir bağ olabilir ki? İkinci ve üçüncü kuşağın toplumdaki yerini “entegrasyon” perspektifi ile ele almak ne derece doğru bir yaklaşımdır? Tek ortak paydası “göç kökenli” olan farklı göçmen kategorilerin toplumsal kaynaklardan eşit bir şekilde yararlanmaları ve kendi kapasitelerini değerlendirmeleri, sektöriyel entegrasyon politikaları aracılığıyla mümkün olacağına inanmak büyük bir yanılsama.

İkinci tezimiz: Yeni gelen göçmenlerin topluma uyumlarını kolaylaştıracak entegrasyon önlemleriyle (dil kursu vb.), derin toplumsal çeşitlilikle karakterize olan göç toplumlarında genel “toplumsal uyum ve sosyal adalet” için gerekli olan politikaları bir birinden ayırmak gerek. Post-entegrasyon dönemi diye adlandıracağımız bu yeni dönemde, bütün bir toplumsal kurumlar bir nevi “çeşitlilik politikası” geliştirerek, hizmet ve servislerini toplumsal çeşitliliğin ihtiyaçlarına göre geliştirmek veya yeniden adapte etmek zorundalar. Zira, Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen’in dediği gibi; “Sosyo-ekonomik koşullarına göre, bireyler ne aynı ihtiyaçlara ne de bu ihtiyaçlarını giderecek kapasiteye sahiptirler”. Bu yeni yaklaşımın temel amacı, cinsiyet, köken, yaş, cinsel eğilim, fiziki durum vb. özelliklerinden bağımsız olarak herkesin kendi potansiyelini ve kapasitesini gerçekleştirecek fırsatlara sahip olabilmesinin kurumsal koşullarını yaratmak olmalıdır.

Anti-göçmen, anti-İslam ve faşizmin ayak sesleri…

2000 yıllardan itibaren Avrupa göç toplumlarında aşırı sağın yükselişi yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve islam korkusu (islamofobi) zemininde yükseliyor. Aşırı-sağcı-ırkçı partilerden Fransa’da Front National, Avusturya’da Freiheitliche Partei, Hollanda’da Partij voor de Vrijheid son seçimlerde yüzde 20-28 arası bir oy aldı. Almanya’da cripto-nazi patentli Peiga’nın İslam korkusu etrafında örgütlenmesinin geldiği boyut son derece endişe verici; Dresden şehrinde 25 binden fazla insan Pegida’nın organize ettiği yürüyüşe katılıyor. İsviçre’de SVP/UDC’nin yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı ve ırkçılık temelinde yaptığı propaganda ve girişimlerinin çarpıcı başarılarına epeydir zaten tanığız. Umarız ki 28 Şubat’taki “Cumhuriyetçi uyanış” ve SVP/UDC’nin yenilgisi bir istisna olmazsın. Ama unutmayalım ki, toplumun yüzde 42 si yabancılar için gerekirse hukuk ve demokratik ilkelerden vaz geçilebileceği düşüncesinde. Aşırı-sağcı-ırkçı partilerin bu tehlikeli gelişmeleri son dönemlerde İslamcı-IŞID örgütünün terör saldırıları ile birlikte toplumun geleneksel sağcı-ırkçı olarak adlandırılamayacak farklı kesimlerinde de belli bir sempati, göreceli de olsa bulabildi.

Kamuoyu araştırmaları Avrupa’da islamofobinin kaygı verici boyutta yaygınlaştığına işaret etmekte. Göçmenler arasında İslam dinine mensupların önemli bir oran oluşturduğu Almanya’da, Handelsblatt gazetesi için gerçekleştirilen bir ankette katılanların yüzde 68’i Müslümanların topluma entegre olma çabalarını yetersiz buluyor. Nüfusunun sadece yüzde 2.5’i Müslüman olan İtalya’da ise toplumun yüzde 60’ı İslam’ı “tehlikeli” bir din olarak algılıyor. Bu oran 2003 yılında yüzde 36 gibi bir orandaymış, SWG’nin anketine göre.

Bütün bu gelişmelerin işaret ettiği olgu şu: Batı Avrupa insanı, “ötekini” kimliksel düzeyde tanımlarken şimdiye kadar birbirleriyle özdeş bir şekilde kullanarak başvurduğu etnik ve milliyet aidiyetinin yerine bundan böyle dinsel aidiyeti koyuyor. Artık bir dine mensup olmak, bir millet veya etnik gruba ait olmaktan daha önemli olmaya başlıyor Avrupalının gözünde. İlginçtir ki, İsviçre basınında, siyasetçilerin ve sıradan insanların dilinde “Türkische Migrantinnen und Migranten” deyimi tümden kayıp olmadıysa da, artık çok nadir kullanılır oldu. Bu deyimin yerini “Muslime aus der Türkei” aldı. Burada şaşırılacak belki bir şey yok. Zira ırkçılık üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Robert Miles’in de vurguladığı gibi; “Batılı insanın ötekini algılaması 19.yy kadar hep dini değerler üzerinden olmuştur”.

Üçüncü tezimiz: Batılı insanın “din-gözlügü’nü tekrar takmaya başlaması ciddi bir tehlikeye işaret etmektedir: Avrupa’da ırkçılık ve islamofobi bir birleriyle işkillendirilerek gelişecektir. Artık dini aidiyetinden dolayı, özellikle de Müslüman olduğu için, insanların öldürülmeleri yaygınlaşabilecek. Yeni ırkçılıktan sonra simdi de “yeni faşizm” mi geliyor yoksa?

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı