Ayhan Demirden

Ayın fimleri: Kare – Mutlu son

Ayhan Demirden-www.haberpodium.ch,derya ozgul, www.haberpodium.ch,isvicre'de is kurma, isvicre'de evlenme, Isvicre'e oturum hakki, isvicre'de iltica, isvicre egitim sistemi, www.haberpodium.ch. İsviçre gündemi, haberpodium, isvicre vatandasligi, isvicre haberleri, isvicre gezi rehberi, isvicre'de nereler gezilir, isvicre'de corona virus

Ayhan Demirden

Sinema Eleştirmeni

a.demirden@gmx.de

 

 

Kare – Square

www.haberpodium.ch

Ruben Östlund 3 yıl önceki filmi Turist (Force Majuere) ile sinemaseverlerin kalbini çalmıştı. Bu kez sanat ve sanatçıları, batı toplumlarını ve değerlerini ele aldığı, Cannes’da en iyi film ödülünü alan yeni filmi ile tekrar karşımızda. Daha filmin ilk sahnesinde eski, atlı bir şövalye heykelinin yıkılıp yerine led ışıklarla bir kare-alan-yapıldığını görüyoruz. Bu modern sanat müzesinin yeni sergisi. Karenin içinde bulunan ihtiyacı olan herkesin bu ihtiyaçlarının giderildiği bir alan. Bunun için bu bir kare, yani her yer eşit. Ama eşitlikten herkesin ne anladığı somutlaşmaya başlayınca bunun o kadar kolay gerçekleşemeyeceği de aşikar oluyor, zaten akabinde gerçek mi yoksa bir performans mı olduğunu pek anlayamadığımız sahnede, Christian(Claes Bang) cüzdanını ve cep telefonunu çaldırıyor. Christian yakışıklı, uzun boylu, çok çekici bir Kuratör. Sınırları zorlayan sergiler ile müzesinin dikkatleri üzerine çekmesini ve ele aldığı temaların sorgulanmasını istiyor. Buna kendisinin ve müzenin sponsorlarının ne kadar hazır olduklarını, bir çok sahneyle –performans-la gözler önüne seriliyor.

Müzeye girerken iki yoldan birini tercih etmeniz gerekiyor. İnsanlara güveniyorum yada insanlara güvenmiyorum. Kapıdan her geçenin sayıldığı numaratörden neredeyse herkesin insanlara güveniyorum kapısını tercih ettiğini görüyoruz. Ancak ilk sınavda hemen kapının ardında sizi bekliyor.”Emin misiniz, eğer güveniyorsanız cüzdanınızı ve cep telefonunuzu bu dairenin içine bırakın, dönüşte alırsınız,” yazısı sizi karşılıyor. Çocukları ile müzeyi gezen Christian sadece kendi çocuklarının telefonlarını bıraktığını keşfediyor.

Bir televizyon muhabiri (Elisabeth Moos) müze ile ilgili Kuratör Christian ile söyleşi yaparken serginin amaçlarını anlayamadığını dile getiriyor, buna karşılık herşeyin o kadar net olmadığı yanıtını veren Christian, Marcel Duchkamp’ten ilhamla(Biliyorsunuz Marcel Duchkamp bir pisuarı bir sanat müzesinde sergileyerek bu tartışmayı başlatmıştı) örneğin sizin çantanızı alsam ve şurada sergilesem bu onu sanat yapar mı diye soruyor. Böylece muhabirin güvenini kazanan Christian bu muhabirle yatakta biten bir maceraya da atılıyor. Christian’ı daha sonra sorgulayan Muhabir ona çok haklı bir soru ile karşılık veriyor; “ neredeyse ismimi bile bilmeden benimle yattın, benim duygusal olarak sana bağlanmamı hiç hesaba bile katmadın, peki bunları yapma kudretini sen nereden alıyorsun?”

Müzenin yöneticileri destekçileri, sponsorları için verilen yemekte birden sahneye çıkan Oleg(Terry Notary) fazla gerçekçi(Über gerçekçi) Maymun performansı ile herkesi zıvanadan çıkarınca o pahalı kostümlerin o kibar beyefendi ve hanımefendilerin içlerinde taşıdıkları hayvanı nasıl gemleyemediklerini, öldürmenin vahşetin hiç uzakta olmadığını bir kez daha öğreniyoruz. Okuyucularımız fark etmişlerdir sürekli bir performanstan söz ediyoruz. Evet, Ruben Östlund’ın filmi bir çok performans gösterisinin bir araya gelmesinden oluşuyor. Bazen acıklı, bazen komik olan bu gösterimler belli bir hikaye oluşturamıyor ama bu, sadece bu filmin yumuşak karnını oluşturuyor, bunun dışında harika bir gösteri, çok çekici bir aktör Claes Bang ve kısacık rolüyle fırtınalar oluşturan Elisabeth Moos, Maymun performansıyla hafızalarınızdan silinmeyecek Terry Notary bu filmi defalarca izlemeniz için çok yeterli nedenleri oluşturuyorlar. Son olarak yönetmen hakkında da şunu söyleyelim, belli ki üzerine çok konuşacağımız bir rejisör kabuklarından sıyrılıyor, önceki filmi Turist’te  fokuslandığı aile kurumunu ve erkeklik hallerini daha ödünsüz, korkusuz sorgulayan Östlund, bu filminde biraz ana akıma göz kırpar gibi yapıyor, beklentimiz şöhretin zehirli ballarına fazla bulanmadan bu dönemi geçirmesi, biz büyük bir merakla yeni filmini bekliyor olacağız.

 

Mutlu Son – Happy End

www.haberpodium.ch

Her şey bir inşaat aracının biteviye çalışmasını ve bu arada bir duvarın çökmesini görmekle başlıyor. Duvarın hemen kıyısında seyyar tuvaletler var, duvarla birlikte onlar da uçuruma doğru düşerken bir an sanki uçuruma kapılmayacaklar, kurtulacaklar diye düşünürken büyük bir güçle çöküntünün çekim gücüne kapılıyorlar.

Metoforik bir açılış diye oyalanırken, Michael Haneke bize Calais’te yaşayan Laurent ailesini gösteriyor. (Burayı biz haberlerden mültecilerin İngiltereye geçmek için konakladığı son yer olarak tanıyoruz aslında) Bu inşaatın sahipleri onlar. Georges Laurent (Jean Louis Trintignat) artık iyice yaşlanmış ve kendi yaşamına bir son vermek istiyor, onun karısını yastıkla öldürdüğünü Haneke’nin bir önceki Filmi Amour- Sevgi’den biliyoruz zaten. Kızı Anne (İsabelle Huppert) bütün işleri üzerine almış aile firmasını bir şekilde yönetmeye çalışıyor. İşler eskisi gibi değil, babasının zamanında yaptıkları tünellerden kazandıkları parayla kurdukları bu küçük imparatorluk dağılmak üzere. Sevgilisi tabii ki İngiliz bir bankacı Lawrence (Toby Jones) ama o da biraz mesafeli davranıyor. Bütün her şeyi devralması gereken oğlu Pierre (Franz Rogowski) maalesef alkol ile ailenin riyakarlığını unutmaya çabalıyor. Kardeşi Thomas’ın(Matthieu Kassovitz) ise bitmek bilmeyen kadın ilişkilerinden kafasını kaldırabilecek hali yok. Üstüne üstlük Thomas’ın daha önceki eşinden olan kızı  Eve (Fantine Harduin) annesinin kendisini uyku ilacı ile öldürmeye kalkışması ve hastahaneye kaldırılması sonucunda Laurent ailesinin konağına geliyor.

Thomas’ın kızı Eve henüz 12-13 yaşında bir kız, bir Hamster’i var, Eve onun yiyeceğine annesinin uyku ilaçlarından katıyor ve hayvanın baygın düşüşünü ölüşünü izliyor, ona yeni geldiği evde empatiyi öğretecekte kimse ortalıkta görünmüyor. Hatta dedesi ile onları bağlayan kara bir kuşağı hissediyoruz. Haneke neredeyse ölümün soluğu yüzlerine üflenmiş bu ailenin her üyesini büyük bir zevkle, neredeyse sadistçe önümüze sunuyor.

Michael Haneke usta bir cerrah, burjuva yaşantısının bütün ögelerini en küçük sinir uçlarına kadar ayırıp bize buyrun işte diyor, durum bu, ne yapalım sorusundan uzak duruyor, cevapların kirlenmiş olduğunu o da biliyor. Var olan uçurumun er yada geç hepimizi içine çekeceği ikazını yapıyor. Bir söyleşisinde insanın hem iyi hem de kötü olduğunu, yani herkesin kötülük yapabileceğini bizi bunlardan uzak tutabilecek tek şeyin Kültür olduğunu dile getirmiş ve eklemişti: Sanatın ve Kültürün içine sığınmış bir İyi olma halinin yeterli gelmeyeceğini bilmemiz önemli.

Haneke zor bir yönetmen filmlerinden eğlenerek çıkmıyorsunuz ama varoluşunuz üzerine tekrar tekrar düşünmek, sorgulamak size iyi geliyorsa eğer Haneke’nin bu filmini de kaçırmayın derim.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı