Gülter Locher

Max Frisch, 1911-1991

Gülter Locher

 

 

 

” …wir riefen die Arbeitskraefte, es kamen Menschen.”

“…biz işgücü cağırdık, insanlar geldi.” 

 

“Politikayı ciddiye almayacak kadar kendi hayatımı ciddiye alıyorum” diyen aydın bir yazar, belki politikayı değil ama onu yapanları çok ciddi şekilde izliyordur bence.

Max Frisch’in yaşamı çok fırtınalı, çok yoğun bir maceradır. Bu yaşam öyküsü ancak tuğla gibi birkaç kitapla anlatılabilir. Bu nedenle sadece birkaç satırla geçmek istiyorum.

1911 yılında Zürich’de doğmuş ve 1991 yılında kansere yenilerek edebiyat dünyasının unutulmazları arasına karışmış İsviçreli bir yazardır. Yaşamı boyunca kendisini aradığını iddia edenler de vardır. Dürrenmat, O’nun iflah olmaz bir romantik olduğunu söyler. Gerçekten de her romanının kahramanında kendisine ve yaşamına ait azımsanmayacak kadar çok benzerlik vardır. Max Frisch her ne kadar politikayı ciddiye almadığını söylese de cok ciddi bir sosyalisttir. Kapitalizm’den nefret eder; kapitalizmin hayvani olduğunu ifade eder:

“Kapitalizmin içinde güç vardır, çünkü hayvani içgüdülerle hareket eder; hükmetmek, en güçlü, en iyi olmak tutkuları vardır. Daha iyi yapmak çabaları bir parça gerçekleşmiştir de, tıpkı Hristiyanlık gibi. Bu nedenle burada optimist kavramı yerine ütopya kavramını kullanmayi tercih ediyorum. Bizim uzak hedefimizin ütopik olması gerekiyor. Sadece hayvanlar ütopyasız yaşarlar. Bizim insanlararası eşitlik ütopyamız olmasaydı, hukuk ilmimiz dahi olamazdı.”

Max Frisch kısa bir süre Reagan Amerika’sında da yaşamıştır… Daha doğrusu kısa bir süre yaşayabilmiştir, evet, kisa bir süre. Bakın o yıllar için neler hissetmiş yazar; (…)” Reagan – Amerikan Politikası beni öylesine öfkelendiriyordu ki! American Dream zamanından çok farklı artık; milliyetçilik çok, çok, çok yükseldi. Bu Reagan Hareketi, bu büyük şovenizm tiksindirici. Bu, ” biz, biz, biz! Herşeyi yapabiliriz, biz!” bana Almanya yıllarını hatırlatıyor.”

“NEFRET AHMAKLAŞTIRIYOR”

“Ben bir filozof değilim, sistematiker de değilim; tanımlayamam. Lakin çok nadiren nefret eden bir kişiyim; en azından bir kişiye  yönelikse, kısa soluklu nefretlerdir bunlar. Eğer nefret edilen bensem en önemli işim acilen barışı sağlamaktır. Nefret alev gibi bir anda parlar. Nefret eden bensem, uzun sürmesi halinde beni ahmaklaştırır.”

“İŞGÜCÜ İSTEDİK İNSANLAR GELDİ…”

Yazımın başındaki sözler rejimlere bir göndermedir aslında. “Biz işgücü ısmarladık, insanlar geldi.” 60’lı yıllar Avrupa ülkelerine işgücü göçünün başladığı yıllardı. Savaştan çıkmış Avrupa harabeye dönmüştü ve yeniden inşa edilmesi gerekiyordu. Genç insanlar savaşlarda ölmüşler ya da sakat kalmışlardı. Harabeye dönmüş ülkelerin tekrar inşa edilmesi için genç ve sağlıklı iş gücüne ihtiyaç vardı. Avrupa ülkeleri işgücü olarak çağırdıkları insanların geri döneceklerini hesaplıyorlardı. Ama bu insanların da hayalleri, sevgileri, aileleri olduğu hiç hesaba katılmamıştı Yaşadıkları ülkede kök salabilecekleri düşünülemedi.

İlk göç anlaşmaları iki yıllık süreyi içeriyordu. Ne var ki fabrikalar, iki yıl içinde işinin yanı sıra Almanca da öğrenen işçilerini göndermeye yanaşmadılar. İşçiler ailelerini de getirmeye başladılar. Çocuk yardımı aldılar. Aldıkları çocuk yardımları daha çok çocuk yapmalarını da özendirdi. Başlangıçta fabrikaların yanına inşa edilen barakalarda yaşayan yabancı işçiler, bu barakalara sığmamaya başladılar. Şehir dışındaki metruk, yıkılmaya yüz tutmuş binalara taşındılar. Yönetimler fazla para ödememek için buna da göz yumdular. Böylece gettolaşmalar başladı. Daha sonraları örgütlenmeye başlayarak, sosyal haklar istediler. Fabrika ve inşaatlardaki kötü çalışma şartlarının düzeltilmesi için eylemlere başladılar. Başlangicta yerli halka sempatik gelen bu ucuz işçiler, onları ürkütmeye başladı. Bu durumu gözlemleyen Max Frisch sorunu bir cümlede toparladi: “Biz iş gücü istedik, insanlar geldi.”

Max Frisch sayısız eser vermiştir. Eserlerinde ana tema olarak insanın kimlik sorununu işlemiştir. En büyük sorusu ise bireyin toplum içinde kendisine yüklenen kimlikle, olmak istediği kimlik arasındaki uyuşmazlıktır. İnsanın kendi kimliğine nasıl ulaşabileceğine, nasıl kendisi olabileceğine çok kafa yormuştur. Tüm eserlerinde kimlik sorunuyla boğuşan kahramanlarına rastlıyoruz.

ÖNEMLİ ESERLERİ

1950- Tagebuch (Günce) 1946-1949

1954- Stiller

1957-  Homo faber

1958- Biedermann und die Brandstifter (Biedermann Ve Kundakçılar)

1961- Andorra

1964- Mein Name sei Gantenbei

1972- Tagebuch (Günce) 1966-1971

1975- Montauk

Bu önemli eserlerin hepsi de güncelliklerini yitirmemişlerdir. Günümüz için hiçbiri öyle anlaşılmaz değildir. Bunlardan Homo Faber zor bir roman değildir, fakat öyle kolayca okuyup kenara koyabileceğimiz bir roman da değildir. Yunan mitolojisinin ünlü Ödipus efsanesi ile paralellikler taşımaktadır.

Ama eğer bir tatile giderken kolayca okuyabileceğiniz bir kitap ariyorsaniz Montauk’u tavsiye edebilirim. Roman, genç bir kadınla bir erkeğin Long Island’daki bir aşk macerasını anlatıyor. Baş aktörünün kendisi olduğu açıkça belli olan romanın okuyucu ile buluşmasından sonra karısı yazarı boşamıştır.

MAX FRISCH’İN KUNDAKÇILARI

Bence en önemli eseri 1958’de yazmış olduğu Biederman und die Brandstifter’dir.

Brechtiyen bir tiyatro eseridir. Bu eseri ile zirveye çıkmıştır. Bu nedenle bu eser üzerinde biraz daha detaylı durulmayı hak ediyor. 1958 yazımı bu yapıt günümüze tıpatıp uymaktadır. Frisch’in Hitler Almanya’sına eleştiri getiren bu eseri günümüzde tekrar aktüeldir. Hitler Almanya’sında faşizmin önüne geçilemez tırmanışının günahını vicdansızlığı, pısırıklığı, riyakarlığı, bana dokunmayan yılan bin yaşasın vurdumduymazlığıyla, Biedermann adlı sıradan vatandaşta sembolleştirdiği yığınların sırtına yüklemiştir yazar. Biedermann yanında çalışanlara çok acımasız davranırken, kundakçılara kucak açmakta, onlara çok hoşgörülü davranmaktadır.

Eserde, sıradan vatandaş Biedermann’ın bir gece kapısı çalınır ve içeriye kundakçılar girer. Biedermann, kendisi ve karısı için göz göre göre tehdit oluşturan kundakçıların şakacı insanlar olduklarını söyler, “…hem sonra neden kundakçı olsunlar canım, kundakçı kılığına girmiş şakacı insanlardır”, diyerek evine buyur eder. Onlara yatak verir, ziyafet sofrası kurar, hiçbir ikramda kusur etmez. Evini yakmaları için kibriti bile kendisi verir.

Küçük burjuva Biedermann kendi çalışanlarına eziyet eden, kötü davranan kötü kalpli bir adamdır aslında. Peki neden sonunda kendisini de yakacak olan bu kundakçılara böyle kör gibi davranmaktadır? Aptal mıdır? Yoksa korkmakta mıdır? Onlara iyi davranarak kendisini mi kurtarmaya çalışmaktadır? Pekala bilmektedir bu kundakçıların her tarafı cehenneme çevirdiklerini. Kendisine dokunmasınlar da kime ne yaparlarsa yapsınlar mı demektedir? Bu kadar vurdumduymaz mıdır?

Max Frisch’e göre faşizmin yükselişi sıradan vatandaşın korkaklığında, vicdansızlığında, ikiyüzlülüğünde ve başkalarını umursamazlığındadır. İşte bu eserinde Bidermann, tek başına toplumun bu çürümüşlüğünü sembolize etmektedir.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı