Erol Satır 51 yıldır İsviçre’de yaşayan bir isim. Şu an 74 yaşında, 5 çocuk ile 6 torun sahibi olan Satır ile, İsviçre’ye geliş yıllarını ve buradaki yaşamı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
“… O zamanlar İsviçre’de çalışan iki arkadaşım, altlarında küçücük bir arabayla ‘Mini Morris’ ile İstanbul Balat`a gelmişlerdi. Ben de yeni askerden gelmiştim ve 23 yaşındayım o sıralar. Elektronikçiydim Türkiye’de iken ve kendime bir dükkân açmıştım. Daha Türkiye’de televizyon yok. Benim kapıda “Radyo ve TV tamiri“ yazıyor. O zamanlar 45’lik plaklar çıkmış, çok satıyor ama sermayem yok. Bu iki arkadaşım; “Erol ne yapıyorsun burada? Altımızda araba var, çıkar bir pasaport hadi seni İsviçre`ye götürelim. Hoşuna giderse kalırsın, gitmezse de dönersin.“ dediler. Benim de aklımda 10 bin TL sermaye yapmak var o sıra. Geldim sonra. (Gülerek) Onca sene geçti aradan, o 10 bini bir türlü yapamadım hala. “
Daha önce ailenizden birileri var mıydı burada?
Ailemden kimse yoktu İsviçre’de. Fakat mahalleden 3-4 sağlam arkadaşım vardı. Onlar buraya Winterthurlu politikacı Karl Ketterer ve Migros-Türk
vasıtası ile 60’lı yılların başında gelmişlerdi ve Migros’ta çalışıyorlardı. Geldiğim zamanlarda tek tük insan vardı Türkiye’den. Hatta bazıları “Ben 5 senedir, 10 senedir buradayım“ dediklerinde, yeni gelenler, yani bizler; “Ya bunlar artık İsviçreli olmuş“ diye düşünür ve “Biz de acaba bu kadar kalır mıyız?“ diye korkardık. 5-6 yıl İsviçre’de kalmak, o zaman benim için çok uzun bir süreydi.
Neler yaptınız burada?
Buraya geldiğimde, Eskimo isimli bir tekstil fabrikasında elektrikçi olarak işe aldılar beni. Fakat tornavidanın bile Almanca ismini bilmediğim için olmadı tabi ve boyahanede işçi olarak çalışmaya başladım.
Bu arada 1969 senesinde, düşünün koca tekstil fabrikasının personel şefi bir Türk. Kulakları çınlasın Faruk Demokan benim için çok önemli ve her zaman Allah razı olsun diyeceğim bir abim. O bize Almanca kurs veriyordu. Hiç unutmuyorum; daha ilk gün, “Çocuklar, bakın, buraya geldiniz. Burada güzel işlerde çalışmak, hakkınızı korumak, hatta güzel kız arkadaşlarınız olsun istiyorsanız, bunların lisanını öğrenmeye mecbursunuz. Ve hiç bir zaman, burada bütün davranışlarınızla bir milleti temsil ettiğinizi unutmayacaksınız, kimseyi utandırmayacaksınız.“ dedi.
Sulzer firmasına giriş
Neyse, bu benim kafama yattı ve ben 1 yılda Almanca’yı öğrenmiş, dili iyi konuşuyordum. İlk işim olan mesleğimi yapmak için, Winterthur’da bulunan Sulzer fabrikasında, o zamanlar dünyanın sayılı dökümhanelerinden olan dökümhanede elektrikçi olarak işe başladım. Zamanla indüksiyon döküm ocaklarından en iyi anlayanlardan biri oldum.
17 yıl sonra elektrikçilik pek kesmedi. 2 yıl açık öğretim dersleri aldım. O zamanlar İnformatik yeni yeni başlıyor. Sulzer`ın İnformatik bölümüne geçtim ve orada teknik bakım şefi oldum. 4 yıl eğitim almış İsviçreliler ve eğitimli yabancılar biraz zor da olsa beni kabul ettiler. 10 yıl boyunca orada informatik alanında kariyerli yıllarım oldu. Bana yatırım yapıyorlar, dağlardaki en güzel otellerde seminerler, eğitimler veriyorlardı. O zamanlar bilgisayar dünyasını IBM yönetiyordu. Ben de IBM uzmanı oldum mecburen. Belgeler, diplomalar… Hayat çok güzel o sıra. Daha sonra bu Outsourcing* modası çıktı ve Sulzer-İnformatik satıldı. Beni de çıkardılar işten.
“27 yıl sonra, 51 yaşında işsiz kaldım“
Sonra Credit Suisse bankasında işe başladım ve orada da tam 10 yıl boyunca yine informatik alanında çalıştım. Bu Outsourcing modasına Credit Suisse’de uydu ve bir süre sonra yine çıkarıldım işten. Biraz zor oldu tabi. 60 yaşında bir informatikçinin iş bulması hayal. 2 yıl boyunca kart bastım ve 62 yaşındayken erken de emekli oldum.
Geldiğiniz dönemden bahsedebilir misiniz? Türkiye’den çok insan var mıydı o dönem?
Benim geldiğim dönemlerde Türkiye`den insanlar vardı burada. Bilhassa da Winterthur`da. O sıra aramızdaki ilişkiler çok farklıydı. Nerdeyse her hafta bir arkadaşta toplanırdık. İnsanlar birbirinden kaçmazlardı, yardımlaşma vardı.
Bugün maalesef birbirimize selam vermeye korkuyoruz. Belki de bunun altında yaşanan hayal kırıklıkları vardır. Bunun psikolojik boyutunu bilemiyorum tabi. O zamanlar İtalyanlar da çok vardı burada ve onlarla iyi anlaşırdık.
İsviçrelilerle ilişkileriniz nasıldı?
Şahsen İsviçrelilerle hiçbir sorunum olmadı. Devamlı onlarla çalıştığım için dil sorunum da olmadı pek. Çünkü onlardan sürekli Almanca öğreniyordum. Hiç unutmuyorum, ilk iş yemeğinde dikkatimi çekmişti. Aralarında çaktırmadan; “Acaba çatal-bıçak kullanabiliyor mu?“ gibi laflar etmişlerdi benim için. İçimden gülüyordum tabi. Büyük bir şehirden gelmenin avantajı vardı. Birbirimizi tanıdıkça zamanla herkes kendi yerini aldı. Devamlı kendimi ispat etmek ve kabul ettirmek zorunda olduğum zamanlar benim için yorucu oldu biraz.
İsviçrelilerin size yaklaşımları nasıldı o dönem? Şimdi nasıl? Bir kıyaslama yapmanız mümkün mü?
İsviçreliler, eskiden de genelde insanı kolay kolay kabul etmezlerdi. Kendinizi kabul ettirene kadar bayağı zorlanırsınız. Hele de sizi bir yerlere gelmiş görmek hiç istemezler. Bir keresinde elemanlardan biri bir şey yapmamış mı, yanlış mı yapmış ne, tam olarak unuttum şimdi. Başka bir bölümün şefi telefon etti, ben aldım (tabi hemen anlıyor yabancı olduğumu) “Şefle görüşmek istiyorum“ dedi. Ben de “Şef benim, buyur“ dedim. Bu kez de bana “Başka şef yok mu?“ diye sordu. Ben de “yok“ dedim ve küfür edip kapattım telefonu. (Gülüyor) Öyle yetiştirilmişler ama. Şimdi daha da mı önyargılılar bilmiyorum doğrusu. Her neyse; genel olarak ben İsviçrelileri severim. Bence dürüst insanlar, şahsen İsviçrelilerden bir zarar görmedim.
İsviçre’ye entegre olma konusundaki fikirleriniz nedir? Ne yapılmalı sizce entegre olabilmek için? Ya da böyle bir sorun var mı gerçekten?
Entegre konusu biraz da duruma nasıl baktığınıza bağlı. Ben şahsen hiç entegre olmaya çalışmadım. Onları oldukları gibi kabul ettim. Onlar da beni olduğum gibi kabul ettiler. Çalıştığım yerlerdeki insanların kültürlü olmalarından kaynaklı belki de.
Ancak cahil olanlar kendi aklınca size bazı şeyleri hissettirmeye çalışır. Bir keresinde bankada iki haftalık bir iş için 15-20 geçici işçi verdiler bana. Bunlardan biri geldi. Adam hayatı boyunca inşaatlarda çalışmış. Biraz da inşaatlardaki konuşma tarzı ile “Ben var gelmek, sen var gitmek“ gibi tarzanca konuşmaya başladı benimle. Ben de; “Ne o? Konuşma özürlü müsün?“ diye sordum ona. “Niye?“ dedi. “Neden benimle öyle konuşuyorsun?“ dedim ben de. Utandı ve normal konuşmaya başladı bu kez. (Gülüyor) Gençlere tavsiyem; İsviçrelilerin sizlerle tarzanca konuşmalarına ve bu şekilde inisiyatifi eline geçirmelerine müsaade etmesinler.
İlk geldiniz zamanlarla şimdiki zamanları kıyasladığınızda neler söylemek isterdiniz? Ne tür farklılıklar var?
İlk geldiğim zamanla şimdi arasındaki en büyük fark, iş konusu tabi. Bizim zamanımızda bir yere arkadaşını işçi olarak getirdiğin zaman işyeri sana 500 frank verirdi. Velhasıl herkesin işi, aşı oldu mu kaybedecek bir şeyi de oluyor. Ve tabi bu durum bozulmasın diye daha da toleranslı davranılıyor. Ama şimdiki işsizlik çok kötü. Dolayısı ile de cahil halk arasında yabancı düşmanlıkları da ortaya çıkıyor.
Jenerasyonlar arasında farklılıklar olsa da, buradaki yaşamdan kaynaklı, insanların sorunlarının benzer olduğu söylenebilir mi?
Buradaki sorunları yukarda anlatmaya çalıştım. Aradaki fark; bizim jenerasyonun bir gayesi vardı; biraz para biriktirip Türkiye`ye geri dönmek… Bu durum çeşitli politik olaylardan dolayı pek gerçekleşemedi maalesef. Burada yetişen çocukların böyle bir sıkıntısı yok. Onların iş ve eğitim konularında kendilerini çok iyi yetiştirmeleri gerekiyor. Bir İsviçreliden 2-3 kat daha iyi olurlarsa aynı işe, aynı mevkiye ve aynı maaşa sahip olabilirler.
Bunca yıldan sonra kendinizi buraya ait hissediyor musunuz?
Bence, insanlarda aidiyet duygusu kesinlikle olmalı. Benim de var tabi, Türkiye benim anavatanım. Fakat diğer yandan kendimde çok beğendiğim bir huyum vardır; bazı insanlar gibi hasret çekmem. Değiştirebileceğim şeyleri değiştiririm, değiştiremeyeceğim şeyleri ise kabul ederim. İsviçre’de yaşıyorsam Türkiye`nin hasretini çekmem ve kendimi burada iyi hissederim. Türkiye`deysem de İsviçre hasreti çekmem. Velhasıl yaşadığım yerde mutlu olmaya, en iyisini yapmaya çalışırım.
Emeklisiniz artık. Türkiye’ye kesin dönüşü düşündünüz mü hiç?
51 yıl önce 10 bin TL kazanmak için İsviçre’ye geldim. Tabi ki Türkiye`ye dönmeyi her zaman düşündüm. Hatta iki üç defa 6-7 ay kadar kaldığım zamanlar da oldu. Ama bu son dönemlerde, hiçbir zaman tamamen İsviçre ile alakamı kesmeyi düşünmedim.
Şu sıralar emekliliğin tadını çıkarmaya başlamıştım ama bu Covid-19 her şeyi mahvetti. 65 yaş üzeri risk faktörüyle Türkiye`ye gidememek, bu günleri orada geçirememek hiç de kolay değil doğrusu.
Son olarak, gençlere nasıl bir mesaj vermek istersiniz? Neler yapmalı, nelere dikkat etmeli gençler?
Bizim zamanımızdaki gibi; ufak bir şefin bile Türk olduğunu öğrenen, onunla gurur duyan, bir resim çektirmek isteyen; ekmek parası için gurbete çıkmış ya da parasızlıktan okuyamamış, bir meslek öğrenememiş gurbetçiler yok artık. Gençlerimiz bu dönemde çok başarılılar. Doktorlarımız, politikacılarımız var artık. Yüksek yönetimlerde onların isimlerini görmek beni mutlu ediyor.
Gençlere kendi kimliklerini, kökleriyle bağlarını kaybetmeden bulundukları ülkenin güzel taraflarını almalarını, çok çalışmalarını, hedeflerini bilmelerini, kendilerini geliştirmelerini, dürüst olmalarını, çok okumalarını, bu hayat yarışında biz de varız demelerini tavsiye ediyorum.
Ayrıca Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın, Bir Ömür Nasıl Yaşanır? isimli kitabını da okusun gençler.
*Şirketin devamlılık arz eden bazı içsel faaliyetlerini ve karar haklarını, bir anlaşmaya bağlı olarak, dışarıdaki tedarikçi bir firmaya devretmesi.”
AYDIN YILDIRIM/ZÜRiCH