Bülent Kaya

İsviçre üzerine II: Birlikte yaşamanın sırrı

Bulent Kaya

Bülent Kaya

Siyaset Bilimci ve Araştırmacı

 

 

“Eğer birisi kendini kendi ülkesinde rahat hissederse, bilin ki bu insan naif  birisidir. Eğer birisi kendini kendi ülkesinde ve bütün diğer ülkelerde rahat hissederse, bilin ki bu insan güçlü birisidir. Eğer birisi kendini kendi ülkesinde ve bütün diğer ülkelerde yabancı hissederse, bilin ki bu insan mükemmel birisidir”.

İsviçre, St. Viktor adlı Saksonyalı bir keşişin 12.yy’da tanımladığı bu ayrı üç tiplemenin özelliklerinin bir sentezine sahip bir millet. Bizim ilgimizi en çok çeken İsviçrelilerin İsviçre’de kendilerini hem “yabancı” hem de “rahat” hissetmeleridir.

Konya kadar yüzölçümü sahip bir coğrafya üzerinde, bir İsviçreli ortalama yarım saatle – üç saat arası bir yolculuktan sonra kendisini “yabancı” hissedebileceği bir coğrafyada bulabiliyor, kendi ülkesinin vatandaşları ile İngilizce üzerinden iletişim kurmak gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliyor, dini gelenek ve göreneklerine yabancı bir ortamla veya daha önceden tanımadığı bir mutfak kültürü ile karşılaşabiliyor. Kendi ülkelerinde yabancı durumuna sık sık düşmelerine rağmen İsviçreliler kendilerini rahat hissedebilecekleri ortamı kurmayı nasıl başarabilirmişler. Bu “mükemmelliklerinin” sırrı nedir acaba?

Dilsel, kültürel ve bölgesel ve farklılıkların tanınması toplumsal demokratik bir değer

İsviçre Parlamentosu geçen ay Liberal Parti’nin (FDP) hükümetteki iki bakandan birinin istifa etmesiyle boşalan yere, yine Liberal Parti’den ve Latin-İsviçre bölgesinden (bu sefer İtalyan kesimi) birisini seçti. Bu durum son derece olağan ve İsviçre’de politik rutinin sık sık tekrar eden bir parçası gibi görünse de Parlamento’nun yedi Hükümet üyesini seçerken gösterdiği davranış, herkesin bildiği alışılagelmiş politikanın kurallarıyla algılanacak bir davranış değil. Zira, Hükümet üyesi seçimleri siyasi partilerin sayısal üstünlüğüne dayalı oy çoğunluğu diktası üzerinden olmuyor. Örneğin Parlamento’nun iki güçlü partisi ittifak kurarak yedi bakanı kendi aralarında paylaşmak gibi bir şeyi ne aklından geçirir ne de yapar. Milletvekili sayıları buna müsait bile olsa.

Federal Anayasa’da bir zorunluluk olarak açıkça belirtilmemiş bile olsa istisnalar hariç genellikle 3×2+1 formülüne sadık kalınır: Parlamento’da en çok milletvekili olan ilk üç partinin her biri ikişer bakanla ve dördüncü parti de bir bakanla yedi kişilik hükümette temsil edilir. Hükümet üyesi seçimlerinde Parlamento, farklı bölgeler ve dil topluluklarının “hakça” temsil edilmesine dikkat eder. Bu “hakça” kavramının Anayasa’ya sadece 17 yıl önce girmesine rağmen, Sosyalist Parti’nin 1943’den itibaren hükümete dahil edilmesinden beri, farklılıkların temsiliyet hakkı Hükümet üyesi seçimlerinde sürekli gözetilir. Bu durum, partilerin sayısal üstünlüğüne dayalı bir takım politik oyunlarına kurban edilmez. Temsiliyette “hakça” davranmak her türlü eksikliğine rağmen demokratik bir değere dönüşebilmiş.

Toplumsal olarak paylaşılan bu demokratik değer sayesinde olsa ki, İsviçre, örneğin Kanada ve Belçika gibi birçok ülkenin tersine, bünyesindeki ana etnik grupların bir arada yaşamasının çerçevesini belirleyen herhangi bir “etnisite yasası”na bile ihtiyaç duymayan ender ülkelerden birisidir, belki de tek ülkedir.

Ayrılarak birlikte yaşamak

isvicre toplumu

İsviçre ne bir ulus devletinin ne de bir kültür devletinin klasik özellikleriyle tanımlanabilecek bir ülkedir. İsviçre kendini, bir ulusun vatandaşlarının sahip olması gerektiği düşünülen etnik, dil ve dinsel değerler ortaklığı üzerinden tanımlamıyor.  İsviçre, birbirinden farklı etnik, dil ve dinsel toplumsal grupların iradi olarak devlete bağlılığını ifade eden, “irade ulusu” diye çevirebileceğimiz bir “Willensnation” dur. Bu yüzden bir araya gelmeler kadar ayrılmalar da bir irade ve istek sorunudur. Yoksa nüfusu 65 bini zor geçen bir bölgenin 1979 yılında Bern’den ayrılıp yeni bir kanton olarak (Jura) İsviçre’nin diğer kantonları arasına katılmasını nasıl anlayabiliriz. Veyahut da bu Haziran ayında yapılan bir referandumla Almanca konuşulan Bern Kantonu’ndan ayrılıp Fransızca konuşulan Jura Kantonu’na bağlanan 8 bin nüfuslu Moutier’lilerin “Biz Bern’in yabancılarıyız, biz aslında Jura’lıyız.” demelerine nasıl anlam verebiliriz. Ayrılmanın bir hak olduğunun kabul gördüğü, başa gelince de bu hakka saygı duyulduğu, ayrılıkçılara karşı öyle ihanet, vatan haini, vatan düşmanı vb. gibi kavramların dillendirilmediği, kısacası bölünerek bir arada yaşamanın mümkün olduğu bir ülkedir İsviçre.

Konsensüs arayışı: yaşayan bir gelenek

İsviçre’de istisnasız bütün toplumsal ve kurumsal yaşam konsensüs kültüründen ayrı düşünülemez. Çoğunluk bu ülkenin kaderine istediği gibi yön veremiyor çünkü azınlıklarında söyleyecek bir şeyleri var bu ülkede. Onlar da karar alma mekanizmalarına katılırlar. Bir yasa yapılırken herhangi 50 bin vatandaşın bu yasayı referanduma götürebileceğini bilen çoğunluk, işi sağlama almak için görünen veya görünmeyen bu 50 bin vatandaşın da yapılacak yasayı kabul etmesinin yollarını arar. İstişareler, bilgilendirmeler, tartışmalar vb. yollar devreye sokulur. Onun için İsviçre’de karar alma süreçleri çok uzun sürer. Anayasa’da konsensüs aranmasını şart koşan herhangi bir madde bulunmamasına rağmen, farklı siyasal görüşe sahip yedi bakandan oluşan Federal Hükümet bu konsensüs kültürüyle karar alır. “Böyle bir siyasi ortamdan karar mı çıkar?” diye kendi kendinize sormakta haklısınızdır. Ama İsviçre’de bu iş oluyor, yavaş ama sağlıklı. İniş çıkışlarına rağmen bu konsensüs arama geleneği hâlâ yaşıyor, İsviçre demokrasisinde azınlığın sesi kulağı olmaya devam ediyor. Uzlaşılmaz çelişkilerin çoğalmasının ve katmerleşmesinin önüne geçilirken, birlikte yaşamdan kaynaklanan sürtüşme noktaları uzlaşma yoluyla çözülmeye çalışılır. Herhangi bir referandum sonucu ise bu uzlaşma arayışının en son şeklidir.

Bu konsensüs arama kültürü sadece politik aktörlere  veya bürokrasiye özgü bir şey değil. Her İsviçrelinin diyalog ve tartışma kültüründe bulabilmek mümkün bu konsensüs kültürünü.  Özellikle kendi aralarında tartışken her İsviçrelinin düşünce mekanizmasının arka planını bu konsensüs refleksi oluşturur. Sanki karşıdakiyle uzlaşmak bir sonuçtan çok bir amaçmış gibi. Bu kültüre sahip bir İsviçreli, karşısında bir İsviçreli olarak görmediği bir yabancı birsiyle diyaloga girdiği zaman, ilginçtir ki bu konsensüs arama mekanizması devre dışı kalır. Bu yüzden bazı göçmen arkadaşlar İsviçrelilerle diyaloglarında bazen kendi önerilerinin beklenen ilgiyi bulmamasından haklı olarak yakınırlar. Bunun neden devre dışı kaldığı ayrı bir yazı konusu.

Liyakat kültürü

Uluslararası istatistiklere göre, devlet bürokrasinde “nepotizm” diye adlandırılan tanıdık ve akraba kayırmacılığı kültürünün ve buna meydan veren, himaye etme kültürü üreten kayırmacı yapıların en az olduğu ülkelerden birisidir İsviçre. Liyakat kültürü kamusal ve bireysel ahlakın çimentosu olmuş. Bu gerçekliği basit bir örneklemeyle süsleyelim. Cenevre Kantonu’ndaki cumhuriyet başsavcısını siyasi partilerin gösterdiği adaylar arasından halk seçer. 1990 yılında Cenevre’de yaşadığım için çok iyi hatırlıyorum, Sosyalist Parti’nin adayı Bernard Bertossa’ya karşı hiçbir parti aday çıkarmadı. Aday göstermeyen partilerin sanki söz birliği yapmışçasına ileri sürdükleri tek bir argümanları vardı; bu işi ondan daha iyi yapabileceğine inandığımız bir adayımız yok.

“İlle de kendi adamımız olsun da ne olursa olsun” gibi bir siyasi kültürden gelen benim gibi birisi için, Cenevreli siyasi partilerin davranışı pek anlaşılmaz kalmıştı. Ama bugün bu davranışları sayesinde İsviçrelilerin, adalet ve adalet kurumlarına büyük güven duydukları bir noktaya geldiklerini daha iyi anlıyorum.

İsviçrelilerin göçmenlerle birlikte yaşamı nasıl algıladıkları ve şekillendirdikleri ise gelecek yazımızın konusu olsun.

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
Kapalı
Kapalı